HZ.NUH
Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez bir Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit taraf’ muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise; Fransız elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek, egemenlik haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı: Böylece, kendi halkının bir başka devletin göndereceği öğretmenler tarafından eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu (dönem itibarıyla son derece masum, makul, iyi niyetli ve insani amaçlarla vaki ilişki ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasında yüzlerce misyoner okulu, kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı. Güçlü ve hakim devlet dönemi için bunlar bir tehlike olarak görülmedi. Verilen haklar bir lütuf, inayet ve iyi niyet göstergesi olarak kabul edilmekte idi. Ama, gelecekte nelerin olabileceği (ve muhatap tarafın bu anlaşmaları kötü niyetler, menfur-sinsi amaçlarla kullanabileceği ve olabildiğince istismar ve suistimal edeceği) hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru devlet tarafından hesap edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef gereken beka ve basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının etkisi altında kalarak alınamadı.
Kapitülâsyonlar ve müteakip anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, kapitalist-Emperyalist Devletlerin adeta oyuncağı durumuna düşerek çok büyük kayıplara uğramışlardır".
TARİHİ GERÇEK
Gerçekte Türkler, kutsal kitaplar ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede açıklandığı, anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i kaynaklarda kayıtlı olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef (YUSUF)’in soyundan gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında yıllarca ikamet ettikleri yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu ve güneydoğu Anadolu havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan sonraki ilk yerleşim yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve yine güneydoğu çevresidir. (22) Bu tarihi gerçekten hareketle, batı kaynaklarında Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün bölümleri “TÜRKİYE” olarak adlandırılır ve eski haritalarda böylece gösterilir.
Ancak, Hazreti Nuh belirli bir aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya taraflarına göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu günkü Tanrı Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine alan iklimi müsait ve çok verimli bir coğrafyada yerleşmişlerdir. Orta Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi genişleyip büyüdükçe etrafına sığmaz olmuş, bir bölümü orada kalmaya devam ederken, sülâleden bir kısım Türkler, tekrar Ana Vatan Anadolu taraflarına göç ederek Hazreti Nuh’dan sonra ilk defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu günden 5500 yıl önce gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (23)
Dahası, aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar Türklerinden almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu günkü Romanya steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü Balkanlar ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan Bogomile (Bojnak) Mezhebi tarihi incelendiğinde bazı gerçekler çok daha açık ve net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O dönemde Kıt’a Avrupa’sında yaşayan kavimlerin ne kadar zalim, adi, alçak, insanlık düşmanı, hain, ilkel ve vahşi olduklarını anlamak bakımında da bu kesitin incelenmesinde fayda ve zaruret vardır.
TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek gerekir ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı. Dolayısıyla Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve muttaki, iyi bir Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci akaidine-ilkelerine sadık kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını özenle yaşattığı anlaşılmak gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre, Oğuz Han’da Müslüman olarak doğmuş, üç gün süreyle annesinin memesini ağzına almamış, Annesi büyük bir endişe ve üzüntüyle yalvarınca ise üç günlük çocuk “Anne, ben Müslüman’ım, sen değilsin. Eğer Müslüman olmazsan sütünü içemem” demiştir. Hazreti İbrahim’in de baba tarafından Türk olduğu ve Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna dayandığı söylenir.
Türklerin tarih boyunca sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür, saygı, sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır. Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden (kavimlerden) farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza ederek tarih sahnesinde yürümüşlerdir.
Türklerin MS 760 – 800 yıllarından itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul etmelerinin ana sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet arasında, bin yıllar boyunca değişen çok az unsur hariç büyük bir örtüşme ve benzeşme olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler akın akın İslâm’a katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler ve yüksek medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin, kültürün ve bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Tam yeri gelmişken burada, Büyük İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında ne buyurduğunu bilhassa hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz, bize bahşedilen ‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA CİLÂLANMIŞ TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA BAKANLAR, BU MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ EDERLER. TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN OLAN AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte TÜRK budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (24)
Peki, bu muhteşem, istisnai övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ? Cevabı bizzat Kur’an-ı Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar" (Mâide: 54)
Size çok önemli bir Hadisi Şerif daha nakledeyim: "Fitne, fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi götürdüğünde Allah bu ümmete mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı alimlerden) bir ordu gönderecektir (TÜRKLER); Onlar ata binmede Araplardan çok daha üstün ve silah kullanmada onlardan daha çok mahirdirler. İşte Allah (c.c.) bu dini onlarla yeniden bir kere daha güçlendirecektir." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Aynı Nûr’ un devamı olan gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA AKIP GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK ! ELBETTEKİ SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ İDRAK EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (25) diyerek; Türk’ün gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri olan yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.
Son olarak, Yunus Emre Hazretleri de şöyle der:
"BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN"
Yer, yer (dünya) olalı hiçbir kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve yüceltilmemiştir. Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona göre motive olmalıdır...
Osmanlı'nın, 1535'te, gücünün ve özgüveninin zirvesinde iken Kanuni Sultan Süleyman Hân zamanında Fransızlara tanıdığı kapitülasyonlar sayesindedir ki, ilk kez bir Hıristiyan kral, Osmanlı Devleti nazarında padişahla ‘eşit taraf’ muamelesi gördü. 1583, Sultan Üçüncü Murad döneminde ise; Fransız elçisi ve Papa' nın temsilcisinin isteği kabul edilerek, egemenlik haklarını ortadan kaldıran bir karar daha alındı: Böylece, kendi halkının bir başka devletin göndereceği öğretmenler tarafından eğitilmesi kabul edilmiş oldu. İşte, bu (dönem itibarıyla son derece masum, makul, iyi niyetli ve insani amaçlarla vaki ilişki ve anlaşmaların yapıldığı) tarihten itibaren Osmanlı coğrafyasında yüzlerce misyoner okulu, kilisesi, yetimhane vb. merkez açıldı. Güçlü ve hakim devlet dönemi için bunlar bir tehlike olarak görülmedi. Verilen haklar bir lütuf, inayet ve iyi niyet göstergesi olarak kabul edilmekte idi. Ama, gelecekte nelerin olabileceği (ve muhatap tarafın bu anlaşmaları kötü niyetler, menfur-sinsi amaçlarla kullanabileceği ve olabildiğince istismar ve suistimal edeceği) hiç kimsenin aklına bile gelmedi. Umuru devlet tarafından hesap edilemedi. Sonradan gelenler de maalesef gereken beka ve basireti göstererek tedbir alamadı, veya batının etkisi altında kalarak alınamadı.
Kapitülâsyonlar ve müteakip anlaşmalar ile devam eden süreci bakın, Ermeni araştırmacı Levon Panos Dabagyan, misyonerlerin verdiği zararı nasıl izah ve ifade ediyor: “Ermenilerin Milli Kilisesi ile birlikte, milli bütünlüğü bölünmüş ve böylece Türkiye Ermenileri, kapitalist-Emperyalist Devletlerin adeta oyuncağı durumuna düşerek çok büyük kayıplara uğramışlardır".
TARİHİ GERÇEK
Gerçekte Türkler, kutsal kitaplar ve başta ‘Dedem Korkut” olmak üzere pek çok efsanede açıklandığı, anlatıldığı ve Kur’an-ı Kerim ile İslâm’ i kaynaklarda kayıtlı olduğu üzere; Hazreti Nuh’un oğlu Yasef (YUSUF)’in soyundan gelmektedirler. Hazreti Nuh zamanında yıllarca ikamet ettikleri yurtları Mezopotamya (Sümerler), doğu ve güneydoğu Anadolu havalisi (dahil) olduğu halde, tufandan sonraki ilk yerleşim yerleri Ağrı Dağı ve Anadolu’nun doğu ve yine güneydoğu çevresidir. (22) Bu tarihi gerçekten hareketle, batı kaynaklarında Orta Asya dahil Anadolu Trakya hariç bütün bölümleri “TÜRKİYE” olarak adlandırılır ve eski haritalarda böylece gösterilir.
Ancak, Hazreti Nuh belirli bir aradan sonra Yasef/Yusuf ailesi ve ahvadını Orta Asya taraflarına göndermiş, (M.Ö. 4500 yıllarında) gidenler de, bu günkü Tanrı Dağları ile Amuderya ve Siri Derya nehirlerini içine alan iklimi müsait ve çok verimli bir coğrafyada yerleşmişlerdir. Orta Asya’da, Atamız Yusuf’un sülâlesi genişleyip büyüdükçe etrafına sığmaz olmuş, bir bölümü orada kalmaya devam ederken, sülâleden bir kısım Türkler, tekrar Ana Vatan Anadolu taraflarına göç ederek Hazreti Nuh’dan sonra ilk defa M.Ö. 3500 yıllarında, yani bu günden 5500 yıl önce gelip Anadolu’ya yerleşmişlerdir. (23)
Dahası, aynı dönemlerde Hazar Denizi (adını Hazar Türklerinden almıştır) Volga, Dinyeper ve Dinyester’i geçerek bu günkü Romanya steplerini aşan Türklerin büyük bir bölümü Balkanlar ve Anadolu’ya yerleşmişlerdir. İleriki yıllarda oluşan Bogomile (Bojnak) Mezhebi tarihi incelendiğinde bazı gerçekler çok daha açık ve net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O dönemde Kıt’a Avrupa’sında yaşayan kavimlerin ne kadar zalim, adi, alçak, insanlık düşmanı, hain, ilkel ve vahşi olduklarını anlamak bakımında da bu kesitin incelenmesinde fayda ve zaruret vardır.
TÜRKLER, İSLÂMİYET VE ŞAMANLIK
Kur-an’ı kerimde açıkça sabit ve inancın (Amentü) temel ilkesi olması nedeniyle kabul etmek gerekir ki; Hazreti Nuh (bütün peygamberler gibi) Müslüman’dı. Dolayısıyla Türklerin atası Yasef/Yusuf’ da sadık, samimi ve muttaki, iyi bir Müslüman idi ve İslâm’ın döneme raci akaidine-ilkelerine sadık kaldığı ve Hazreti Nuh’un şeriatını özenle yaşattığı anlaşılmak gerekir. Oğuz Kağan Destanına göre, Oğuz Han’da Müslüman olarak doğmuş, üç gün süreyle annesinin memesini ağzına almamış, Annesi büyük bir endişe ve üzüntüyle yalvarınca ise üç günlük çocuk “Anne, ben Müslüman’ım, sen değilsin. Eğer Müslüman olmazsan sütünü içemem” demiştir. Hazreti İbrahim’in de baba tarafından Türk olduğu ve Peygamberimiz Efendimizin de bu cihetle Türk soyuna dayandığı söylenir.
Türklerin tarih boyunca sergilediği yüksek medeni vasıf, insan odaklı kültür, saygı, sevgi, hoşgörü ve yüksek toleransın temelinde ola ki bu manevi gerçek vardır. Bu nedenle, sonraki bin yıllar içinde oldukça değişen ve (zaman zaman, yer yer) Şamanlığa dönüşen inanç ve ibadet biçiminin temelinde İslâm inancı (Müslümanlık) vardır. Diğer bir anlamda, bütün milletler gibi Türkler de, Müslüman olarak hayata başlamış ve fakat, diğer milletlerden (kavimlerden) farklı olarak inançlarının özünü-esasını muhafaza ederek tarih sahnesinde yürümüşlerdir.
Türklerin MS 760 – 800 yıllarından itibaren geniş kitleler halinde İslâm’ı kabul etmelerinin ana sebeplerinde biri: Şamanlık ile İslâmiyet arasında, bin yıllar boyunca değişen çok az unsur hariç büyük bir örtüşme ve benzeşme olmasıdır. Nitekim, bu anlamda Türkler akın akın İslâm’a katıldıktan sonradır ki, daha büyük devletler ve yüksek medeniyetler kurmuşlar ve dönem itibarıyla bilimin, kültürün ve bilincin gelişmesine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Tam yeri gelmişken burada, Büyük İslâm Peygamberi’nin Türkler hakkında ne buyurduğunu bilhassa hatırlatmak isterim. O Yüce Peygamberimiz, bize bahşedilen ‘Türk’ ismi için: “BEN ALLAHI’IN YARATICI AŞKIYLA CİLÂLANMIŞ TERTEMİZ, SAF BİR AYNA’ YIM. BU YÜZDENDİR Kİ; BANA BAKANLAR, BU MÜCELLÂ AYNADA KENDİ YÜZLERİNİ VE YÜREKLERİNİ TEMAŞÂ EDERLER. TÜRK GİBİ GÜZEL VE AYDINLIK OLANLAR, BU NUR’DAN IŞIKTAN OLAN AYNADA, KENDİ GÜZELLİKLERİNİ GÖRÜRLER” buyurmuşlardır. İşte TÜRK budur. Bu, (böyle) olmak durumunda ve zorundadır. (24)
Peki, bu muhteşem, istisnai övgüye ve muazzam mazhariyete sebep ne ? Cevabı bizzat Kur’an-ı Kerim vermektedir. Okuyunuz: "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar" (Mâide: 54)
Size çok önemli bir Hadisi Şerif daha nakledeyim: "Fitne, fesat çoğaldığında ve kan gövdeyi götürdüğünde Allah bu ümmete mevaliden (Efendiler. Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı alimlerden) bir ordu gönderecektir (TÜRKLER); Onlar ata binmede Araplardan çok daha üstün ve silah kullanmada onlardan daha çok mahirdirler. İşte Allah (c.c.) bu dini onlarla yeniden bir kere daha güçlendirecektir." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Aynı Nûr’ un devamı olan gönüller sultanı Hz. Mevlâna’ mız ise; “ŞU SONSUZ DERYÂDA AKIP GİDEN GEMİNİN MANÂSINA-KAPTANINA TÜRK DENİLİR, TÜRK ! ELBETTEKİ SÛRETA YAŞAYANLARA DENİLEMEZ. O, YÜCE MANÂNIN GERÇEĞİNİ İDRAK EDEREK YAŞAYANLARA SADECE TÜRK DENİLİR !” (25) diyerek; Türk’ün gerçek anlamda olgunluğun, kemalâtın ifadesi olduğunu belirtmiştir. Bu kemalât, yüce dağların, göklerin ziynetleri olan yıldızların, ayın, güneşin anlamlarına kadar ululanmıştır.
Son olarak, Yunus Emre Hazretleri de şöyle der:
"BİLMEYEN NE BİLSİN BİZİ, BİLENLERE SELAM OLSUN"
Yer, yer (dünya) olalı hiçbir kavim/millet/halk/topluluk bu kadar övülmemiş ve yüceltilmemiştir. Bütün Türk alemi bu hakikatleri bilmeli ve ona göre motive olmalıdır...