Sevgi Bahçesi

Sevgi Bahçesine Hoşgeldiniz Sayın Misafirimiz,Siteye giriş yaptığınız için teşekkürler.Eğer Üye olursanız ,Forum dan daha fazla yararlanabilirsiniz.Ayrıca forumun gelişmesine katkıda bulunmuş olursunuz.

Join the forum, it's quick and easy

Sevgi Bahçesi

Sevgi Bahçesine Hoşgeldiniz Sayın Misafirimiz,Siteye giriş yaptığınız için teşekkürler.Eğer Üye olursanız ,Forum dan daha fazla yararlanabilirsiniz.Ayrıca forumun gelişmesine katkıda bulunmuş olursunuz.

Sevgi Bahçesi

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Yüreğine Sevgi Yağmurlarından Bir Damla Düşenlerin Forumu


    H.Z Mevlana Celaleddini Rumi,Hayatı

    Admin(Uçkun)
    Admin(Uçkun)
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1556
    Kayıt tarihi : 10/08/09
    Lakap : Yönetici

    H.Z Mevlana Celaleddini Rumi,Hayatı Empty H.Z Mevlana Celaleddini Rumi,Hayatı

    Mesaj  Admin(Uçkun) Çarş. 21 Ekim - 3:21:37

    H.Z Mevlana Celaleddini Rumi,Hayatı Modify_inlineDOĞUMU:

    Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Rebîülevvel 604 ( 30 Eylül 1207 ) de İslam kültür ve medeniyet tarihinde önemli yere sahip, bugün Afganistan'ın kuzeyinde bir şehir olan Belh'te dünyaya gelmiştir.


    ADI:

    Asıl adı Muhammed Celâleddîn'dir. Hudâvendgâr, Mevlânâ, Rûmî gibi lakapları, kendisine sonradan verilmiştir.
    Hudâvendgâr lakabını, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki saltanatına işaretle babası Bahâeddin Veled vermiştir.

    Mevlânâ lakabı ise; Konya'da henüz ders verdiği günlerde, çok genç yaşlarda iken kendisine verilmiş, efendimiz veya hazret mânâlarına gelen, ilim adamları için bir unvan gibi kullanılan bu hitap zamanla yalnız ona has ve en meşhur ismi olmuştur.
    Rûmî lakabı da, Mevlânâ'nın geçmişte Diyâr-ı Rûm adıyla anılan Anadolu'ya yerleşmesi ve hayatının büyük kısmını Anadolu'nun mümtaz şehri Konya'da geçirmesi hasebiyle kullanılır.

    SOYU:

    Mevlânâ , dünya ve âhiret sultanlarının neslinden süzülerek gelen; hem anne, hem de baba tarafından ilim ve irfanla yücelmiş asil bir aileye mensuptur. Annesi Belh Emiri Rükneddîn'in kızı Mümine Hatun'dur.

    Anne tarafından soyunun Hz.Ali (R.A) 'ye ulaştığı söylenilir. Babaannesi Horasan Sultanı Calâleddin Harzemşah'ın kızı Melike-i Cihan Emetullah Sultan; büyük babası ise soyu Hz. Ebû Bekir (R.A)' e ulaşan bilgin Ahmet Hatibîoğlu Celâleddin Hüseyin Hatibî, Babası da Muhammed Bahâeddin Veled'dir.

    BELH'DEN AYRILIŞI:

    Bahâeddin Veled'in vaaz ve sohbetlerinin çevrede geniş yankılar uyandırması; diğer yandan kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir anlayış içinde bulunan alimleri tenkit etmesi sonucunda Sultânu'l-Ulemâ ile Belh'in tanınmış filozoflarından Fahreddin Râzî'nin araları açılır. Bu anlaşmazlığa Sultan Alaaddin Muhammed Harzemşah'ın da dahil olması üzerine Bahâeddin Veled Belh'den göç etmeye karar verir.

    Muhtemelen onu göçe sevk edin hususlardan biride yaklaşan Moğol tehlikesini sezmiş olmasıdır. Nitekim onların Belh'i terk edişinden kısa bir süre sonra şehir Cengiz'in orduları tarafından yerle bir edilmiştir. 1212 de veya 1213'te başlayan bu yolculuk Bağdat Kûfe yolundan Mekke, dönüşte Şam, Malatya, Erzincan - Akşehir ve nihayet Lârende (Karaman) 'ye kadar uzanır. Bu uzun yolculuk boyunca konakladıkları her yerde saygı ile karşılanmışlar, vaaz ve dersler vermişler Şahabeddin Suhreverdi, Feridüddin Attâr, Muhiddin İbnü'l Arabî gibi âlim ve mutasavvıflarla görüşmüşlerdir.

    EVLİLİĞİ:

    Mevlânâ henüz beş veya altı yaşlarında iken Belh'ten başlayan yolculuk yıllar sürer ve nihayet o zamanki adı Lârende olan Karaman'da bir süre ara verilir. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdığı medresede Bahâeddin Veled derslerine devam eder.

    Mevlânâ 1226'da Karaman'da iken kendileriyle birlikte Belh'ten göç eden Semerkand'lı Hoca Şerafeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile evlenir. O sıralarda on sekiz yaşlarındadır. Bu evlilikten oğulları Sultan Veled ve Alaaddin dünyaya gelir. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlânâ, Kerrâ (Kirâ) Hatun ile ikinci evliliğini yapmış ve bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı kızı dünyaya gelmiştir.

    KONYAYA GELİŞİ:

    Bahâeddin Veled'in Karaman'da bulunduğunu öğrenen Sultan Alaaddin Keykubad onu Konya'ya davet eder. 3 Mayıs 1228'de Bahâeddin Veled ailesi ve dostlarıyla birlikte Selçuklular'ın baş şehri olan Konya'ya gelir. Sultan ve şehir halkı onları yolda karşılarlar. Sultan, sarayda kalmalarını teklif ederse de Bahâeddin Veled ilim yolundakilere medresenin uygun olduğunu söyleyerek Altunapa Medresesi' ne iner.

    Sultânu'l-Ulemâ ders ve sohbetlerine Konya'da devam eder Sultan Alaaddin başta olmak üzere pek çok müridi vardır.
    Ve nihayet bu ilim ve irfan güneşinin de gurub vakti gelir. Bütün ömrünü halkı irşad ile geçiren gönüller sultanı Bahâeddin Veled 24 Şubat 1231 günü Hakk'a yürür. Ardında Maârif adlı irfan hazinesi bir eser ve bir mânâ sultânı olan oğlu Mevlânâ'yı bizlere miras bırakmıştır.

    VE ŞEMSİ TEBRİZİ:

    Mevlânâ uzun yıllar süren eğitimi neticesinde tefsir, hadis, fıkıh, lugat, Arapça gibi ilimleri tahsil etmiş , asrının önde gelen bilginlerinden olmuştu. "Bütün ömrümün hasılı şu üç sözden fazla değildir: "Hamdım, piştim, yandım" diyen Mevlânâ; babası Sultânu'l Ulemâ'nın ve Seyyid Burhaneddin'in feyizleriyle pişmişti fakat manevi yolculuğu son durağa, maksada henüz erişmemişti. Sayısı yüzleri bulan müridleri ve öğrenciler vardı. Bütün zamanını öğrencilerini eğitmek ve müridlerinin irşad ile geçiriyordu. İşte bu haldeyken, Mevlânâ'yı yakacak olan kıvılcım ortaya çıkar: Şemseddin Tebrîzî.
    Şeyh Ebâ Bekr-i Tebrîzî-i Sellebâf-ın müridi olan Şems; ulaştığı mânevî derecelerle tatmin olmamış, olgunların noktasını tamamlayacak bir mürşid ihtiyacı ile diyar, diyar geziyordu.
    Rivayete göre Mevlânâ - Şems Karşılaşması ilk kez Şam'da olmuştur. Ancak bu iki veliyi Hak tecellîlerinin ateşinde yakacak olan asıl karşılaşma yeri Konya'dır. Şems, 29 Kasım 1244 tarihinde Konya'ya gelir. Şekerciler Hanı'na iner. O dönemde Mevlânâ dört medresede birden ders veren bir âlimdir. Bir gün Mevlânâ, yanında öğrencileriyle Şekerciler Hanı'nın önünden geçiyordu.
    Onları gören Şems, Mevlânâ'nın bineğinin dizginini tuttu ve ona bir soru sordu:"Ey dünya ve mana bilginlerinin sarrafı, söyle! Muhammed (S.A.V) Hazretleri'mi yoksa Bâyezid mi daha büyüktür?" Mevlânâ: "Hazreti Muhammed(S.A.V), bütün peygamberler ve velîlerin reisidir. Büyüklük O'nundur" dedi. Bunun üzerine Şems: "Hazreti Muhammed(S.A.V) 'Ya Rabbî seni tesbih ederim, biz seni lâyık olduğun gibi bilemedik" dedi, oysa Bâyezid: "Ben kendimi tesbih ederim, şanım nekadar yücedir' buyuruyor" dedi. Mevlânâ cevâben: "Bâyezid'in susuzluğu bir yudumla dindi ve suya kandı. Halbuki Hz. Muhammed (S.A.V) susuzluktan yanıyor, bir yudumla doymuyordu. Bâyezid, Hakk'ın ilk tecellisi ile kendini nura gark olmuş gördü; daha fazlasına bakmadı. Hz Muhammed ise Cenab-ı Hakk'ı her gün daha çok görüyor, yaklaşıyordu. Allah'ın kudret ve yüceliğini günden güne artarak müşahede ettiği için 'Biz seni layıkıyla bilemedik' buyurdu" der.
    Mevlânâ - Şems dostluğu bu sözlerle başlar.

    Mevlânâ; okutmak, öğretmek, vaaz etmekten elini eteğini çeker. İki dost baş başa Cenab-ı Hakk'ın nurlarına, ilâhî sohbetlere gömülürler ancak halk Mevlânâ'nın kendileriyle ilgisini kesmesini tahammül edemez, kıskançlıkla Şems aleyhinde dedikodulara başlarlar. Bu dostluktaki sırrı idrak edemeyenlerin düşmanca davranışları sonucunda şems 1246 yılının Mart ayında Konya'dan ayrılır ve Şam'a gider.
    Bu yüce dostun ayrılığından sonra Mevlânâ derin bir ızdırap'a gömülür ve bütün dostlarla ilgisini kesip, bir köşeye çekilir. Herkes pişmandır. Bu sırada Şems'den bir mektup gelir. Mevlânâ sevinçle yeniden semâ etmeye, şiirler yazmaya, dostlarına iltifata başlar onları çekemeyenler tövbe ederler ve Sultan Veled'in Şam'a gidip , Şems'i aramasını isterler.Sultan Veled beraberinde Mevlânâ'nın manzum bir mektubu ile Şam'a gider Şems'i bulur, yeniden Konya'ya davet eder. Şems, Mevlânâ'nın mektubunu ve davetini bir emir telakki eder ve 1247 Mayıs'ında Sultan Veled'le birlikte Konya'ya döner. Bu kez Şems'in Konya'ya gelişine herkes sevinir. Şems'in şerefine ziyafetler verilir, sohbet ve muhabbet dolu günler başlar. Fakat bu huzur ve sevgi dolu günler uzun sürmez. Ham kişiler yeniden kinle kıskançlığa kapılır, Şems'e düşman olurlar.

    Nihayet 5 Aralık 1247 gecesi Şems aniden ortadan kaybolur. Hak ve hakikat güneşinin yarasaları Şems'i yok etmişlerdir. Bu gerçek Mevlânâ'ya söylenilmez, Şems'in gittiği haberi yayılır. Ancak Mevlânâ'nın ölümünden sonra kaleme alınan kaynaklar onun esrarlı ölümüne bir nebze ışık tutarlar. Her ne kadar bazı rivayetlerde Mevlânâ'nın oğlunun Şemsi Tebrizi'yi öldürdüğü söylense de bunun doğru olduğunu kanıtlayacak hiç bir delil yoktur.
    Şemseddin Tebrizi'nin Konya'da bulunan türbesi mezarı olduğu sanılan bir kuyunun üzerine inşa edilmiştir.
    Mevlânâ, Şems'i kaybettikten sonra bu ayrılığın kederiyle gönülleri yakan hasretli şiirler söyler. Dîvân-ı Kebîr'deki Şems mahlaslı şiirlerin büyük kısmı bu dönemin mahsulüdür. Bu arada Mevlânâ, Şems'i aramak için Şam'a giderse de, onu maddî gözle bulamamış, ancak Şems'in mânâsı Mevlânâ'ya aksetmiş, Mevlânâ'da onu gönlünde yaşatarak aramaktan vazgeçmiştir.

    VEFATI(ŞEB-İ ARUZ)

    Bu fâni âlem bütün insanlar için bir misafirhânedir. Nice insanlar, velîler, peygamberler bir süre burada konaklamışlar, sonunda; " Rabbine sen O'ndan razı, O'senden razı olarak dön" (Fecr, 89/28 ) davetine uymuşlardır. 1273 yılı kışında bu hitap Mevlânâ'ya dır.
    Mevlânâ, ansızın hastalanıp yatağa düşer. Son demlerinde olduğunu anlamıştır. Hastalık haberi hızla yayılar. Herkes şifa dilemek, duasını almak için Mevlânâ'ya koşar.

    O ise, şifa etmiyor; bir an önce Hakk'a kavuşmayı diliyordu. Eşi Kirâ Hatun'un ; "Hudâvendgâr Hazretleri'nin dünyâyı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık bir aziz ömrünün olması lâzımdı" sözlerine Mevlânâ: " Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve nede Nemrud'uz. Bizim bu toprak âlemi ile ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz, birkaç mahpusun kurtulması için bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Hakk'ın sevgili dostunun Son Peygamber Hz.Muhummed (S.A.V) 'in yanına döneceğimiz umulur." Cevabını veriyordu.
    17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken Mevlânâ bu âlemden göçer, Hakk'a ve hakikat güneşi artık bu ölümlü dünyadan gurub etmiş, ölümsüz âlemde batmamak üzere yeniden doğmuştur.
    Ten fanidir can ölmez çün gitti geri gelmez
    Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil (Yunus Emre)
    İşte bu yüzden Mevlânâ'nın ölüm gecesine ayrılık gecesi denilmez, dostuna kavuştuğunu ve ebedî vuslata erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında "şeb-i aruz" denilir.

    CENAZE NAMAZI:

    Mevlânâ'nın cenaze merasimi tam bir kıyamet günü idi. Büyük, küçük, Müslüman, Müslüman olmayan ne kadar Konyalı varsa orada idi. Herkes ağlıyordu. Her dinden insanlar, ellerinde kutsal kitapları, ayetler okuyarak feryad ediyordu. Müslümanlar kalabalığı dağıtmak için bunlara: "Bu merasimle sizin ne ilginiz var? Bu sultan bizim dinimizin imamıdır" Deyince; onlar:

    Biz; Mûsâ'nın , İsa'nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitabımızda okuduğumuz olgun peygamberliğin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlânâ'yı nasıl devrinin Muhammed'i olarak tanıyorsanız; biz onu, zamanın Mûsâ'sı ve İsâ'sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok müridiyiz nitekim kendisi buyurmuştur.
    " Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler.
    Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz"
    Mevlânâ Hazretleri'nin zâtı insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikat güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün dünya onun nuruyla aydınlanır" dediler. Bir Rum Keşişi de: "Mevlânâ; ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü? "der.
    Bu mahşerî kalabalıkta sabahleyin yola çıkan cenaze alayı ancak karanlık bastıktan sonra mezarlığa ulaştı. Mevlânâ'nın vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadreddin Konevî öne geçtiği zaman, dayanamayıp bayıldı. Bunun üzerine namazı kadı Sirâceddin imamlık etti.

    VASİYETİ:

    Yüce Mevlânâ son demlerindeyken bile nasihat vermeyi sürdürmüş insanları hidayet yoluna davet etmiştir. Dostlarına vasiyeti şu olmuştur:
    " Ben size; gizlice ve açıkça Allah'tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan çekinmeyi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmeyi, daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyet ve cefasına dayanmayı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerem sahibi sâlih kişilerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü onların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır" Bir diğer vasiyeti de oğlu Sultan Veled'e dir: "Bahâeddin; senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyliğini söyle. O düşman senin dostun olur; Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır. Allah'ın sevgisini de O' nun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Cenâb-ı Hak buyurduki: ' Ey kullar, kalbinizde safâ ( gönül temizliği) hâsıl olması için daima beni çok anmaktan geri durmayın.' Safâ ne kadar olursa Allah'ın nurunun parlaklığı da kalpte o nispette fazla olur. Tıpkı ekmekçinin fırını gibidir. Tandır ne kadar sıcak olursa o kadar ekmek alır. Soğuk olunca ekmek almaz"

    Yine ölmesine yakın dostu Sirâceddin'e hem iyi, hem de sıkıntılı zamanlarında okuması için şu duayı okumasını tavsiye etmiştir:
    "Ya Rabbî! Sana vesile olan sağlığı, seni bol bol tesbih etmek için istiyorum.Ya Rabbî! Bana, ne Senin zikrini unutturacak, Sana olan şevkimi söndürecek, Seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver.Ey merhamet edenlerin En Merhametlisi! merhametinle bu duamı kabul et."

    MESNEVİDEN SEÇMELER:


    Sen gözyaşı zevkini nereden bilirsin? Gökgörmedikler gibi ekmeğe âşıksın.

    Karnından ekmeği boşaltırsan, ululuk incileriyle doldurursun.

    Nur ve kemâli, artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.

    Hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?


    Şekilden geç, manaya ulaş!

    Ne güzel ibadet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor; fakat bir parçacık bile tat yok.

    İbadet kabuktan ibaret, içi yok; cevizler çok, ama içleri boş.

    İbadetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için iç gerek!


    Mal-mülk-makam..Ama sonuç.!..

    Sığır, kasapların ne yapacağını bilseydi, hiç onların peşine düşer, dükkana gider miydi?

    Veya kasapların elinden kepek yer miydi? Yahut da onların gülücüğüne aldanıp, onlara süt verir miydi?

    Hatta ot yese bile, niçin beslendiğini bilseydi, hiç otu hazmedebilir miydi?

    Şu halde bu âlemin direği gafletten, bilmezlikten ibarettir. Devlet (maddî manevî zenginlik) “ Dev ” (koş) kelimesiyle “ let ” (dayak) kelimesinden meydana gelmiştir.

    Önce koş; koş da sonundaki dayağa bak! Bu yıkık yerde (dünyada) devlet sahibine eşekcesine ölümden başka bir şey yoktur.

    Herkesin doğrusu kıyamette ölçülür.

    Tüm insanlar bir hayale kapılmış, bir bucağı eşelemekte. Biri define bulmak için bir köşeyi kazmakta;

    Bir başkası papaz olmak için kiliseye kapanmış; bir başkası da hırs içinde ekine, tarlaya koşmuş,

    Bir diğeri cin çağırmakla meşgul, gönlünü aklını kaybetmiş; öbürü yıldız bilgisine kapılıp nalı yıldızın üzerine koymuş, fal bakmada.

    Bunların her biri, bir diğerine bakıp “Ne iş yapıyor bu” diye hayret etmede; her biri bir diğerinin işini boş bulmada.

    Bunların hepsi can kıblesini kaybetmişlerde onun için herkes bir tarafa yönelmiş;

    Nitekim bir bölük insan da kıble nerede, diye arar; bir hayale kapılıp her tarafa döner, durur.

    Sabah olup da Kâbe göründümü gerçekten kimin yolunu kaybettiği anlaşılır.

    Bu şuna benzer: Hani, dalgıçlar denize dalar, denizin dibinde aceleyle ellerine ne geçerse toplarlar ya!

    İnci bulurum ümidiyle onu bunu torbalarına doldurur;

    Fakat o koca denizin dibinden çıktılarmı iri ve kıymetli inci kimin torbasındaysa meydana çıkar.

    Birinin küçük bir inci, diğerinin sadece taş parçaları veya boncuk olduğu anlaşılır.

    İşte, kıyamet günü de buna benzer; onları bu gaflet uykusundan uyandırıp, iyiyi, kötüyü, kimin ne topladığını ortaya çıkarır.

    Ölüm gelmeden yoldaşını iyi seç!

    Zamanede sana üç yoldaş vardır. Biri vefâkârdır, diğer ikisi ise gaddar :

    Biri dostların, öbürü malın-mülkün, üçüncüsü ise iyi işlerin ki, vefalı olan budur.

    Öldüğün vakit, malın seninle beraber gelmez, evden dışarı bile çıkamaz; dostun gelir, ama sadece mezarının başına kadar.

    Fakat yaptığın işler vefakârdır; onlara iyice sarıl ki mezarının içine kadar seninle gelen onlardır.

    Ama!.. Eğer amelin iyiyse, orada sana dost olur; kötüyse yılan kesilir.
    Yiğidim! Kadere az bahane bul; nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Kendini araştır, kendi suçunu kendin gör!..

    Gündüz vakti çalışıyorsun da, akşam ücretini başkası mı alıyor?

    Neye çalıştın da zararını yada faydasını görmedin? Ne ektin de zamanı gelince onu devşirmedin?

    Sen de bilirsin ki elde ettiğin şey, yaptığının karşılığıdır. Yoksa âdil olan Allah'ın takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?

    Suçu kendine bul! Çünkü o tohumu sen kendin ektin....

    -Bütün bilimlerin özü “Mahşer günü ben kimim, ne hale geleceğim” ilmini bilmektir.

    -Kurt çok zalimdir; ama hiç değilse hilesi yoktur.

    -Sen ört ki, senin de ayıbını örtsünler.

    -Bu dünya tuzaktır. Taneleri istek. Tanelerden kaç, tuzağa düşme .

    -Kadere az bahane bul. Suçunu niye başkalarına yüklemeye çalışırsın?

    -Çocuk oyuna öyle bir dalar ki gece olduğunu fark etmez bile. Hatta eşyalarını çalsalar onu da fark etmez. 'Dünya hayatı oyundur.' sözünü iyi düşün.

    -Sabır, gamdan kurtulmanın anahtarıdır.

    -Nefis atının kuyruğu şehvettir. Ona tapan, geri geri gider. Şehvetini kesersen yeni bir yöne arzu duyarsın. Ağaç dalları yamuk yumuk yetişirse uygun yerlerden budarlar da doğru sürer dallar. Şehvetini sürekli buda ki, beden ağacın güzel dallar yaysın .

    -Ana veya baba surat asmasa, çocuk tehlikelerden korunur mu? Rabb 'ın sana bela verdi ise seni tehlikeden çekip almak içindir. Kızacak mısın O'na?!..

    - Cebrail 'e ca n olanların kıblesi sidre, karna kul olanların kıblesi sofradır. Arifin kıblesi vuslat nuru; filozofun kıblesi hayaldir.
    Zahidin kıblesi Allah, tamahkârın kıblesi ise altın kesesidir.
    Manâya yönelenlerin kıblesi sabır, görüntüye tapanların kıblesi bedendir. Batın alemine kanat açmak dileyenlerin kıblesi Allah, Zahir 'de kalanların kıblesi güzel kadın yüzüdür .

    -Sayılı ömrü Allah 'a verirsen sayısız ve ebedi hayat elde edersin.

    -Böylesine kuvvet ve kudret sahibi Allah'a canını feda etmeyen namerttir.

    Ah imkanım olsa da 6 ciltlik mesneviyi buraya yazsam. Ama olmuyor işte. Okuyanların gözlerine yüreklerine sağlık.

    Allah hepimizden razı olsun inşallah ve böyle mübarek insanların şefaatine nail eylesin.

    Mevlanamızdan, üstadımızdan bahsettik, onunla bitirelim:

    *Ham kişiler, hiç olgunların halinden anlar mı?

    O halde sözü kısa kesmek gerektir, vesselâm...


    .................................................. ..................................

    DÎVÂN-I KEBÎR’DEN SEÇMELER:

    Bize doğru gel, bize!

    Bir an olsun düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orada dalgalar yutsan ne çıkar?

    Düşüncelerinden uyur, onlardan vazgeçersen Ashâb-ı Kehf’ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes, münezzeh bir nur kesilirsin; ne olur bu hale gelsen!

    Sen bir saman çöpüsün, bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki.

    Artık bu sefer toprak olacağım diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne çıkar.

    Sen gizli bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan!

    Padişah oğlusun sen, Cebrâil’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul, babanın yurdunu bir arasan!

    Tümden ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bari bundan sonra bizden ayrılmasan ne olur.

    O vakit başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; ne olur bunu yapsan.

    Hakk’ın zikrinden bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey ilâhi rızaya mazhar olan, savaşa sarılmasan ne olur. Yeter artık, sen bir dağa benzersin; dağda altın madeni ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı seslendirmesen ne çıkar!

    Geldiğin yer hiç mi aklında yok?..

    Hiç biliyor musun? Rebap ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?

    Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?

    Tahta da diyor ki, yemyeşil bir daldım ben; balta kesti, bıçkı dildi beni.

    A padişahlar, ayrılık garipleriyiz biz; sonunda dönülüp huzuruna varılacak Hakk’a feryat etmedeyiz, duyun feryadımızı.

    Önce Hak’tan ayrıldık da şu dünyaya geldik; fakat halden hale, şekilden şekle döne döne ona gidiyoruz biz.

    Sesimiz, kervandaki çana benziyor, yahut da buluttan düşen yıldırım sanki.

    A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra.

    Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.

    Müjdeler olsun ey kavim! İşte bu, kapının açılışıdır; tezce dolanmaktan, batmaktan kurtuldunuz artık.

    Kitabın aslı, yanında olan sevgilinin razılık vakti geldi çattı, ferahlayın.

    Dedi ki kaybettiklerinize üzülmeyin; perdeleri yırtıp yakan dolunay göründü.

    Otlak, sulak bir yer burası, çöktürün develerinizi; öyle nimetler var burada ki sayıya sığmaz.

    Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var; sevgiyle susmada güzel güzel konuşma lezzeti var.

    A ulular biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık; doğrusunu daha da iyi bilir Allah.

    .................................................. ..............................

    Benden ayrılma demedim mi?

    Demedim mi sana, gitme oraya;

    seni tanıyan, bilen benim ancak;

    şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak.

    Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de

    sonunda gene bana gelirsin; varacağın yer benim ancak.

    Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma;

    senin râzı olacağın otağın, şekillerini düzen benim ancak.

    Demedim mi sana deniz benim, sen bir balıksın;

    karaya, kuruluğa gitme; arı duru denizin benim ancak.

    Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme;

    gel, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.

    Demedim mi sana yol kesenler var, seni soğuturlar;

    buz gibi ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim ancak.

    Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana;

    beni kaybedersin; halbuki senin arı duru kaynağın benim ancak.

    Demedim mi sana; “kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?” deme;

    sebepsiz, cihetsiz yaratıcı benim ancak.

    Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu;

    ilâhi huyluysan eğer, bil ki ev sahibin benim ancak.

    .................................................. ..................

    DİLİNDEN DUA:

    Yâ Rabbî!
    Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.

    Yâ Rabbî!
    Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim!
    O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.

    Yâ Rabbî!
    Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.

    Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim!
    Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.

    Yâ Rabbî!
    Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
    Ey ihsânı çok olan Rabbim!
    Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
    Ey affetmeyi seven Rabbim!
    Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
    Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
    Bizi hidâyete çıkar.

    Yâ Rabbî!
    Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur.
    Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.

    Ey âlemin yaratıcısı!
    Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.
    Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al.
    O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

    Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."


    Hz. Mevlâna son demlerinde iken, dostu Siraceddin Tatari'yi yanına çagırarak, kendisine su duayı ögretmis ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmistir:

    "Ya Rabbi!
    Bana ne senin zikrini unutturacak,
    sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver."
    Ey Merhamet edenlerin merhametlisi!
    Merhametinle bu duamı kabul et.

    Hz. Mevlana'nın Sabah Namazından Sonra Okudukları Dua

    Allah'ım kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır,
    gözümü nurlandır, saçımı nurlandır, derimi nurlandır,
    etimi nurlandır, kanımı nurlandır, önümü nurlandır, ardımı nurlandır, altımı nurlandır,
    üstümü nurlandır, sağımi nurlandır, solumu nurlandır,
    Allahım! nurumu artır, bana nur ver. Ey nurun nuru ey merhametlilerin merhametlisi Allahım merhametinle beni nur et.

    Bu dua, ismi güzel, cismi güzel, teni güzel, canı güzel, ruhu güzel, huyu güzel
    Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in dilindendir.

    .................................................. .............................

    HZ.MEVLANA'NIN NAMAZLARI:

    Namaz vakti gelip kıbleye döndükleri zaman mübarek çehreleri renkten renge girerdi. Nitekim Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz hakkında şöyle anlatılmıştır:

    Hazreti Ali (r.a.) namaz vakti gelince yüzünün rengi değişir, vücuduna titreme gelirdi. Kendisine;

    - “Ya Emir’el Mü’minin, size ne oluyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurdular:

    - “Cenabı Hak, göklere, yere ve dağlara arzettiği emanet vakti geldi. Onlar o emaneti yerine getiremeyecekleri korkusuyla onu yüklenmekten çekindiler de onu insan yüklendi.[22] Yüklendiğim bu vazifeyi yerine getirip getiremeyeceğimi bilemiyorum.”

    Hazreti Pir Efendimiz, namazda tam bir huşu’ ile kendilerinden geçerler, Hak sıfatına ulaşırlardı. Namazdan maksat da Hak ile alaka kurmaktır. Şöyle buyururlardı: “Namaz Allah ile yakınlık kurmaktır. Bu yakınlığın nasıl olduğunu zâhir ehli bilmez.”

    Resulu Ekrem (s.a.s.) buyurmuşlardır: “Namaz ancak kalp huzuru ile olur.”

    Hazreti Pir Efendimizden defalarca görülmüştür ki, yatsı namazına kalkıp tekbir alırlar, tâ sabaha kadar iki rekat namazda müstağrak kalırlardı. Rükû’ ve secdelerde bir gün ve bir gece boyunca müstağrak oldukları da görülmüştür. Nitekim buyururlar:

    “Akşam namazı herkes lambayı yakıp, yemek sofrası kurunca ben yarin hayalini gözümün önüne getirir, kederlere düşüp figan etmeye koyulurum.

    Göz yaşlarımla abdest aldığım için namazım böyle ateşli oluyor. Ezan sesi kalbimin mescidine öyle yakıcı gelir ki, onun tesiriyle o gönül mescidinin kapısı aşıkça yanar.

    Kıblemin yüzü ne tarafta kalmış ki, benim namazım böyle kazaya kalıyor? Evet kazadan dolayı daima bana sana bir imtihan geliyor.

    Acaba Allah aşkı sarhoşlarının namazı doğru mudur sen söyle! O ne zamanı, ne mekânı bilir. Acaba kıldığım bu ikinci rekât midir, yoksa dördüncü müdür? Acaba ben hangi sureyi okudum diye şaşkındır. Çünkü diline hakim değil ki..

    Evet, ilâhî dergâha nasıl varayım? O büyük kapıyı nasıl çalayım, nasıl çağırayım? Ben de ne güç kaldı, ne de dil..

    Yarabbi, bana eman ver! Zira gönlümü de, ihtiyarımı da sen aldın.

    Namaz kılarken acaba rükû’ tamam oldu muydu, yoksa imamlık yapan filan mıydı? Bunların hiç birinden vallahi haberim olmaz.”

    Bir kış mevsimiydi. Oturdukları medresede gecenin başlangıcında secdeye kapanmış, mübarek gözlerinden pek çok göz yaşı akmıştı. Havanın soğukluğundan, mübarek yüzü buz tutmuş, derisi döşeme tahtasına yapışmıştı. Gündüz olunca yakınları sıcak su hazırlayıp yüzüne dökerek erittiler.

    Buraya kadar anlatılanlar zâhiri namazlarıydı. Bâtın namazlarının sırlarına kim vâkıf olabilir? Zira şöyle buyururlar:


    “Mihrabı dost cemali olan kimse için;

    Yüz türlü namaz, rükû’ ve secde vardır.”

      Forum Saati Cuma 17 Mayıs - 10:37:34