Sevgi Bahçesi

Sevgi Bahçesine Hoşgeldiniz Sayın Misafirimiz,Siteye giriş yaptığınız için teşekkürler.Eğer Üye olursanız ,Forum dan daha fazla yararlanabilirsiniz.Ayrıca forumun gelişmesine katkıda bulunmuş olursunuz.

Join the forum, it's quick and easy

Sevgi Bahçesi

Sevgi Bahçesine Hoşgeldiniz Sayın Misafirimiz,Siteye giriş yaptığınız için teşekkürler.Eğer Üye olursanız ,Forum dan daha fazla yararlanabilirsiniz.Ayrıca forumun gelişmesine katkıda bulunmuş olursunuz.

Sevgi Bahçesi

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Yüreğine Sevgi Yağmurlarından Bir Damla Düşenlerin Forumu


    Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c)

    Admin(Uçkun)
    Admin(Uçkun)
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1556
    Kayıt tarihi : 10/08/09
    Lakap : Yönetici

    Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c) Empty Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c)

    Mesaj  Admin(Uçkun) Salı 24 Kas. - 17:11:35

    İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile; bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebildiğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur.
    Bu tapınma, medet isteme, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda birşeyler umut etmeğe itmiştir.
    İşte bu yöneliş içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri artık bir tanrı olarak görmeğe başlamış; ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir.
    Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu anlayış içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir...
    Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin de bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Rasûller tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, artık bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir... Ancak ne var ki, bu defa da semada bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır...
    İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çözememiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir "tanrılık" kavramı kabul edilmiştir...
    Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamiyle ters düşen varsayımdan başka bir şey değildir... Ve nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım Kur`ân-ı Kerim tarafından da kelime-i tevhidle "tanrı yoktur" ifadesiyle reddedilmektedir..
    Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, "tanrı" mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile, tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını "tanrılarına" köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir... Elbette ki kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hale getirmek suretiyle!...
    Hazreti Muhammed Aleyhisselâm , Mekke` de kendisinin "ALLAH RASÛLÜ" olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE`de 360 tane tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı!.. İnsanlar, her biri bir ayrı görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu 360 puta tapınarak tatmin yolu içindeydiler...
    Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını... Çünkü henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!...
    Yeryüzünde, ya da semada bir yıldızda oturup, dünyayı ve dünya üzerindeki insanları yöneten; onların işlerine kâh karışıp, kâh da onları kendi hallerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan; ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!..
    İşte bu vehim içindeki insanoğlunun. o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu...
    Hatta, Hazreti Ömer`in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı.... Ve hatta, vehmettiği, var sandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkum ediyorlardı !.. TANRI - İLÂH, tapınılan varlık anlamına gelir.. Öğülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bunların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!..O tanrı, sana bir takım emirler verecek; ve sen, onun emirlerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun; sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın ve o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara dûçar edecek!..
    İşte insanlar bu yanlış, batıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hazreti Muhammed Aleyhisselâm, "ALLAH RASÛLÜ" olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı.. "TANRI YOKTUR SADECE ALLAH VARDIR" mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhammed`in vurguladığı bu gerçek, KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti...
    Neydi, KELİME-İ TEVHİD`in mânâsı....
    "KELİME-İ TEVHİD" NE DEMEKTİR
    İslâm dini`nin temelini, «LÂ İLÂHE İLLALLAH» sözünün mânâsı oluşturur.
    «Lâ ilâhe illâllah» ne demektir?
    Bu söz basit olarak ele alınırsa;
    "TANRI yoktur sadece ALLAH vardır" anlamında değerlendirilir...
    Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak...
    «Lâ ilâhe»de; "", yoktur; "ilâhe", TANRI demektir; yani, tapınılacak tanrı yoktur, demektir.
    Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim...
    Kelime-i Tevhid, «Lâ ilâhe
    » ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor: «Yoktur tapılacak varlık!»; "lâ ilahe"!.. .
    Akabinde, bir açıklama geliyor... «İllâ» = "sadece", «ALLAH» vardır!...
    "İLLÂ ALLAH"
    yani "sadece ALLAH"!...
    Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır..
    Dine, tefekkürden uzak bir biçimde, ezbercilikle yaklaşmış, etiketi ne olursa olsun, bazı kişilerin içine düştüğü son derece önemli bir yanılgı vardır..
    "Lâ ilâhe illALLAH" uyarısını, halkın anladığı Arapça kurallarıyla yorumlamak suretiyle çok büyük bir hataya düşmektedirler...

    Şöyle ki...
    "Lâ recülün illâ Âli" dendiği zaman, bu ifade dilimize "Âli`den başka er kişi yoktur" yada "Âli gibi er kişi yoktur" veya "Er kişi olarak Âli gibisi yoktur" tarzlarında çevrilebilir..
    Oysa "İLLÂ" kelimesi "ALLAH" kelimesiyle yanyana kullanıldığı zaman bu asla "ALLAH gibi bir tanrı yoktur" şeklinde anlaşılamaz... Yani, "başka bir tanrı-İlâh vardır ama o ALLAH gibi değildir" şeklinde yorumlanamaz...
    Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir;
    "KÂNE" yani "İDİ
    ", eki nasıl "ALLAH" isminin işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım mânâsını yitirir; ve geniş zaman kavramına dönüşür ise; aynı şekilde "İLLÂ" kelimesi de "ALLAH" ismiyla yanyana gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp, "SADECE" kavramıyla anlaşılır...
    Önce "KÂNE" sözcüğüne bir misâl verelim...
    "KânALLAHu gafûrur rahima" dendiği zaman, bunu nasıl "ALLAH GAFUR ve RAHİM İDİ" diye çeviremezsek; "ALLAH" isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan beri ise...
    Aynı şekilde; "İLLÂ ALLAH" dendiği zaman da, bu asla "başka" ya da "gibi" anlamlarına anlaşılmayıp, "sadece" mânâsıyla idrak edilmesi zorunludur!
    Zira "ALLAH" isminin bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcut kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanısıra başka bir vücud sahibinden sözetmeyi hiç kabul etmez!...
    İşte bu sebeplerledir ki. gerek "İLLÂ", gerek "KÂNE" ve gerekse bu türden zaman ve vücud ifade eden kavramları "ALLAH" ismiyle yanyana gördüğümüzde, genel kullanımda anladığımız mânâda değil, "ALLAH" isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz....
    Buna yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde ve hatta evrenin ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı olacaktır..
    İşte bu gerçeği gözönüne almış olarak, bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak farkederiz ki...
    «Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLAH vardır
    »..
    Birinci mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur ;
    «Tapılacak tanrı yoktur»... Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, «İLLÂ ALLAH» diyor...
    "İLLÂ", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere "SADECE" anlamında dahi kullanılır..
    Evet, "İLLÂ", "ALLAH" kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman kesinlikle "SADECE" anlamında algılanmak zorundadır; zira "ALLAH"tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, "ALLAH" ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle târif edilsin!... Bu hususu da geniş şekilde “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda açmaya çalıştık...
    İşte bu sebepten dolayıdır ki, "İLLÂ" kelimesi "ALLAH" ismiyle yanyana kullanıldığı zaman bunu daima "SADECE" kelimesiyle tercüme etmek zorundayız.
    Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken:
    " There is no god BUT ALLAH"

    şeklinde değil;
    "There is no god ONLY ALLAH"
    şeklinde tercüme edilmelidir...
    Ki böylece, İslam Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET-TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.
    Evet, sadece "ALLAH" vardır ki, «O ALLAH, tapılacak bir tanrı değildir", anlamı mevcuttur bu açıklamada... Çünkü başta, kesin olarak «LÂ İLÂHE» yani "tapılacak TANRI yoktur"; hükmü veriliyor!..
    Öyle ise «ALLAH İsmi ile İşaret Edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu vargördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!..
    Bu takdirde «tapınma» nedir, «kulluk» nedir?..
    «Tapınma» ve «kulluk»...
    Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konu «tapınma» nedir, «kulluk» nedir ; ve bu kelimelerin anlamı nedir?..
    «TAPINMA»
    kelimesi bir «tanrıya» bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak «tapınma» olayı söz konusu olur.
    «Sen» varsındır... «Sen»
    in bir «tanrın» vardır... Ve sen bu tanrına tapınırsın!... Yani «tapınma» denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür... Tanrı`ya; gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu manâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir «tapınma»... "Sen"in ona yönelik yaptığın fiiller!... (1)
    (1)- Nitekim Kelime-i Şehâdetteki «ABDU HÛ» kelimesi, «Abdiyet-kulluk»un «Hüviyete» yani «»ya zorunlu olarak yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.
    «KULLUK» kelimesinin anlamına gelince ;
    Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır «kulluk» ...
    Nitekim Zariyat Sûresinin 58. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:
    "BEN CİNLERİ DE İNSANLARI DA YALNIZCA BANA KULLUK
    ETMELERİ İÇİN YARATTIM"...
    Elbette ki, ALLAH` adıyla anılanın bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir..

    Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:
    "YÜRÜR HİÇ BİR MAHLÛK HARİÇ OLMAMAK ÜZERE HEPSİNİ ALNINDA ÇEKİP YÜRÜTEN O`DUR!.." (HUD/56)
    Nitekim Fâtiha sûresindeki, «Sana kulluk ederiz»in anlamı, «Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız»... demektir bu anlamda..
    Ayrıca,
    «KUL, KÜLLÜN YA`MELU ALÂ ŞÂKILETİH»
    deniyor âyeti kerîmede. Yani;
    «DE Kİ; HEPSİ PROGRAMLARI DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYARLAR» (17-84)
    FÂTIR
    `ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları gereği bu fiilleri ortaya koymaları «kulluk»larıdır.
    Özde, tâat ve ma`siyet farkı olmaksızın, tüm birimlerin davranışları «kullukları»dır...
    "Kulluğun" türüne ise «tâat» veya «ma`siyet» adları verilir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere hepsi de esasen «kulluk»tur...
    «GÖKLERDE VE ARZDA O`NU TESBİH EYMEYEN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR; FAKAT SİZ, ONLARIN TESBİHLERİNİ ANLAYAMAZSINIZ.» (17-44)
    âyeti varlıktakilerin tümünün anlatılan biçimde "kulluklarını" yerine getirdiklerini ifade etmektedir...
    Bir diğer ifade ile, birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır «tâat» olan kulluk!... Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan faaliyetlerin adıdır «ma`siyet» olan kulluk!..
    .Netice...
    «Kulluk», varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... "Tapınma" ise, bir birimin, var sandığı bir «tanrıya» özgür iradesi ile, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan bir şeyler ummasıdır.
    Sonuç... "TANRI"YA TAPINILIR; "ALLAH"A KULLUK EDİLİR!..
    Öyle ise... "ALLAH"a "kulluk" neden ve nasıl yapılmaktadır?..
    Bunu anlayabilmek için önce “ALLAH”ın «AHAD» oluşunun mânâsını kavramak gerek!.
    "ALLAH"ın "AHAD" oluşunu şayet iyice idrâk edersek, görürüz ki -bâsiretle-, bir ALLAH, bir de de, yanısıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!..
    Yani bir “ALLAH” var, bir de âlemler mevcut , değil!..
    Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir "TANRI mevcut" anlayışı, tümüyle bâtıldır!.
    Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” bir TANRI değildir!
    Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, AHAD`dır!...
    Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!..
    Bu «SEYR»in mahalli de «esmâ» âlemidir!..
    ZÂT
    `ı itibariyle Vâhid-ül AHAD...
    Sıfatları itibariyle HAYY, ALİM, MÜRÎD, KADİR, SEMİ, BASÎR, KELÎM`dir;
    Kendisinde bulunan özellikleri itibariyle, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından «esmâ-ül hüsnâ»da açıklanmıştır..
    "Ef`âl âlemi" denen fiiller âlemi ise.. Buna, tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren de denebilir...
    Ef`âl âlemi denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yer aldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup; ALLAH`ın "İLMİNE"de ise, ALLAH`ın "İNDİNDE" mevcut "İLMÎ SÛRETLER"dir..
    Ya da başka bir ifade tarzı ile, var olan herşey, hakikatta "İLMİ SÛRETLER"dir...... «Ki bunlar asla vücut kokusu almamışlardır»...
    Kısacası, yaşadığımız kâinâta ait olarak bilinen herşey, gerçekte, vücut, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece "ALLAH`ın İLMİNDE" mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle «hayâl olan» varlıklardır!..
    İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, ne ilme sahip olursa olsun; varlığın ORİJİNİNİ - HAKİKATINI asla hissedemez!..
    Beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir ve bu CİNNİ-UZAYLI TİPİ fikirler içinde; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gidersiniz!.
    "RUH İNSAN CİN" isimli kitabımızda, günümüz insanının "UZAYLI VARLIK" sandığı, eski dildeki ifadesiyle "CİN" denen varlıkların, insanları aldatma ve gerçekten saptırma yollarını anlatırken, bunlardan birinin de çeşitli «Dinden» veya «HAK`tan» görüntülerle, fikirlerle, insanı “ALLAH”tan mahrum ettiklerine değinmiştik... Bilvesile, burada da aynı noktaya mevzûumuz yönünden değinmek istiyorum...
    "UZAYLI" sanılan bu varlıklar -ya da İslam`daki adıyla "CİNLER"- bu iki konuda kesinlikle yetersizdirler ve ilişkide oldukları insanları da bu iki konudan daima uzak tutmaya çalışırlar... Ki bu iki konu "ALLAH`ın AHAD" oluşu ve «KADER» konularıdır!.
    Zaten, «KADER» olayı, «ALLAH`ın AHAD» oluşunun tabiî bir sonucudur!..
    İslam`
    ın «Tevhid» inancı, yani, Hazreti Muhammed`in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLAH`ın AHAD olduğu ve dolayısıyla bir TANRI`nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!..
    Nitekim Kur`ân-ı Kerîm`in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:
    «İnsan için kendi çalışmalarının karşılığı dışında hiç birşey yoktur!.» (53-39)
    «Yaptıklarınızdan başka bir şeyden dolayı karşılık göremezsiniz.» (37-39)
    «Yaptıklarınızın karşılığına (neticesine) ereceksiniz.» (36-54)
    «Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Bu da kendilerine haksızlık edilmeyerek, çalışmalarının karşılığını almaları içindir
    .» (46-19)
    «Siz çok büyük ızdırap verecek azabı tadacaksınız; ancak bu, yaptıklarınızın neticesi olarak başınıza gelecektir!» (37-39)
    Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, âcil olarak ilk yapması gereken şey ölümötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve “ALLAH”ın ne olduğunu idrak etmektir... Zira «DİN» konusunun temel taşı «ALLAH» kavramıdır.
    Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim «ALLAH» isminin mânâsını anlamamışsa, mevcûdâtın yapısını özdeğeriyle bilmesine asla imkân yoktur...
    Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi ancak, «ALLAH»ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak durumundayız. Aksi halde, lokalize değerlendirmelerle yetinmek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız!.
    "İHLÂS" SÛRESİ`NİN AÇIKLAMASI
    Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a «ALLAH nedir?» diye soranlara cevap bizzat «ALLAH» tarafından veriliyor Kur`ân-ı Kerîm`de, "İHLÂS" Sûresinde:
    «De ki, O ALLAH AHAD`dır;
    ALLAH SAMED`dir;
    LEM YELİD ve LEM YÛLED`dir; ve
    LEM YEKÛN LEHU KÜFUVEN AHAD`dır!."

    «Hz. MUHAMMED`İN açıkladığı ALLAH»ın ne olduğunu açıklayan bu sûrede öncelikle, kelimelerin geniş mânâsı üzerinde duralım... Ve sonra da bu mânâların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım...
    «ALLAH AHAD»dır... Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi sözkonusu olmayan TEK`dir...
    Şimdi bu ifadeyi anlamaya çalışalım...
    Şu dünya üzerinde normal şartlarda yaşayan her insan, algıladığı mevcûdâtı beş duyu ile değerlendirir. Bu yüzden de bütün insanlar arasında ölçütaşı beş duyudur!.. Bunun sonucu olarak en-boy-derinlik ölçüleri ile kabul ettiğimiz bir evrende yaşadığımızı düşünürüz...
    Bu yüzden de genelde, kafamızdaki «TANRI» her ne kadar «her yerde mevcut» ise de, fiiliyatta, belli boyutları ve mekânı olan bir «TANRI»dır!
    Oysa...
    Bize târif edilen «ALLAH»; bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan, «BİKÜLLİ ŞEY`İN MUHÎT» yani «şeyin kendisi olarak şeyi ihâta eden», sonsuz, sınırsızdır!..
    Burada çok önemli bir hususu daha açıklığa kavuşturmak isterim..
    Esasen bu konuyu da daha geniş boyutlarıyla "Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU" isimli kitabımızda izah ettiğimiz için, burada özetle vurgulamak istiyorum..
    Türkiye`deki en mükemmel tefsir olan Diyanet`in bastırtmış olduğu, Elmalılı Hamdi Yazır` ın hazırladığı "HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ" isimli 9 ciltlik eserin 1. cilt 42 ve 43. sayfalarında " B " harfinin mânâsıyla ilgili olarak özetle şu bilgi vardır:
    "Eazımı müfessirin diyorlar ki. "BA"nın buradaki mânâyı ilsakı, ya MÜLÂSEBET ve MUSAHEBET veya istianedir.. .....
    Bu tevile göre (" B " ile başlayan) besmelenin meâli "ALLAHı rahmanı rahim nâmına" demek oluyor ki; bu da "B"de MÜLÂBESE mânâsına râcidir.. Bunun hasılı, bir niyâbet itirafıdır.
    Bir işe başlarken , "filan nâmına" demek, "ben bunu ona izâfeten, ona hilâfeten, onu temsilen, ONUN BİR ALETİ olarak yapıyorum; bu iş hakikatte benim veya başkasının değil ancak onundur" demek olur.. Bu da vahdeti vücud mülâhazasına râci bir fenâfillah hâlidir."

    Bu konuda son devir çelebilerinden değerli mutasavvıf Ahmed Avni Konuk da Fusûs şerhinde (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fak. Yay. cilt 2 sayfa l9l), "B" harfiyle alâkalı olarak kısaca şöyle der:
    "Bİ İBADİHİ` deki "Ba" mülâbese içindir... Demek ki, ALLAH Zü`l-celâl ibadının kisve-i taayyününe bürünüp zâhir olmuştur"!..
    "B" harfinin sırını açıklayan bu mânâyı kavrayabildiysek eğer...
    Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim!..
    Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan «AHAD», ya sonlu sınırlı bir Birdir; ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır (!); ya da sonsuz, sınırsız, cüzlere ayrılmaz TEK`tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece "KENDİSİ" mevcuttur!.
    "AHAD" olan “ALLAH” ismiyle işaret edilen dışında herhangi bir varlığın mevcûdiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da iz`ân ve insafa sığmaz!.
    Düşünelim...
    Şayet “ALLAH” İsmiyle İşaret Edilen’den ayrı, “ALLAH”ın dışında bir varlık var ise... Bu varlık ile “ALLAH” arasındaki sınır nerededir?... Bu sınırı nerede çizeceksiniz?...
    Ya var olan, mevcut, sınırsız-sonsuz TEK`tir
    , ikinci bir varlık yoktur!..
    Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde, veya evrenin dışında MEKÂNI OLAN bir TANRI mevcuttur (!)..?
    Burada idrâk edilmesi en önemli olan şey «SINIRSIZLIK-SONSUZLUK» kavramıdır...
    Admin(Uçkun)
    Admin(Uçkun)
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1556
    Kayıt tarihi : 10/08/09
    Lakap : Yönetici

    Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c) Empty Geri: Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c)

    Mesaj  Admin(Uçkun) Salı 24 Kas. - 17:13:09

    BEŞ DUYUDAN ÖZGÜR DÜŞÜNELİM
    Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro - mikro sayısız âlemler mevcuttur!.. Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir!.
    Oysa...
    Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, olduğu gibi, 60 milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar...
    Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız...
    Acaba ne görüyor olacaksınız?.
    Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz!... Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında... Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamiyle kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir!... Ve..
    Gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir... «Aaa, burada hiç bir şey yokmuş!.. Şuraya bak, sadece atomlardan, onların çevresinde dönen elektronlardan başkaca birşey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!?..»
    Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir!.. Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!
    Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli ve insanların varlığına dair hüküm verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya varmaktadır!...
    Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elektron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsa idik... Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?.. Yoksa, üzerinde yaşadığımız dünyanın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..
    Şayet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, 10 trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak durumunda olsa idi; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından sözedebilecek miydik?..
    Yoksa, algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK`mi olacaktı?..
    Şayet anlatmak istediğimiz bu hususu size ulaştırabildik ise...
    Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:
    GERÇEKTE
    , mevcud olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK`tir!.. AHAD`dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro plânda kendisinin dışında hiç birşey olmayan "ALLAH AHAD" dır!.
    Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz!.. Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..
    Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa... Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, sadece, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse...
    Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse... Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa... Ve nihayet kendi "ben"liğinin dahi o evrensel "öz" içinde «yok» oluşunu farkedebilse..
    İşte bu işin çok önemli bir yanı..
    Konunun ikinci önemli yanı da şurası..
    Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”,.. «AHAD» yani sınırsız - sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde O`nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O`nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!.
    "AHAD ALLAH" dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI`nın yeri neresidir?..
    “ALLAH
    ”ın içinde mi, yoksa dışında mı!?

    "ALLAH", MERKEZİ OLMAKTAN BERİDİR
    ALLAH”, sonsuz - sınırsızdır, dedik..
    ALLAH”ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhâldir !.
    Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanında merkez kabul edilmesi gerekir...
    Halbuki, “ALLAH”ın sınırı yoktur..
    Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!.. Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!..
    Bizim beş duyusal yaşamımıza ve beş duyudan ileri gelen madde kabulümüze göre, bir nesnenin içi ve dışı vardır; özü vardır kabuğu vardır!. Oysa, merkezi olmayan şeyin özü ve kabuğundan, içi ve dışından sözedilemez!.
    Nitekim bu manâ Kur`ân-ı Kerîm`de bir âyette şöyle vurgulanmaktadır:
    «HU ve`l evvelü vel âhiru ve zâhiru vel bâtın»
    «O, evvel, âhır, zâhir, bâtın`dır»
    Yani, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir diye bildiğin hep "O"dur!.. Bunlar, gerçekte, TEK aynı şeydir!.. Yani, zâhir ve bâtın diye iki ayrı şey yoktur; bu ayrılığı sen uyduruyorsun!.
    Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın
    kelimeleriyle işaret ettiğin şey hep "O"dur!..
    Sen, "O"na, ister "Zâhir" de, ister "Bâtın" de, ister "Âhir" de, ister "Evvel" de; dediğin, işaret ettiğin, târif ettiğin hep "O"dur!.
    Zirâ, "zâhir-bâtın" ayırımı senin beş duyundan kaynaklanmaktadır!.. Beş duyu ile algılayabildiğine "zâhir" diyorsun, algılayamadığına "bâtın"!..
    Oysa altı, yedi, oniki duyuyla algılama durumunda olsaydın, senin için zâhirler de değişecekti, bâtınlar da!.. Ve sen, bugün zâhir dediğine, bâtın; bâtın dediğine de zâhir, demek durumunda olacaktın.
    "ALLAH" ismi ile işaret edilen ise sınırsız-sonsuz TEK olması hasebiyle, "ZÂHİR" - "BÂTIN" kavramlarından beridir, münezzehtir!.
    Evet, merkezi, içi-dışı, zâhiri-bâtını, başı-sonu olmayan; bu gibi anlamlardan ve oluşlardan beri olan varlığın, bir yerde son bulup, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından sözedebilir misiniz?..
    Elbette hayır!.
    İşte, bu yüzden farkederiz ki, düşünülebilen, hayâl edilebilen her noktada, tüm özellikleriyle; ve «ZÂT»ıyla ve dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ, yani, "AHAD" olan “ALLAH” mevcuttur!..
    "O"nun dışında, ikinci bir varlığın vücudundan sözeden ise, tümüyle derin düşünce yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!.. Ki bu durumun dindeki adı da «ŞİRK»tir!.
    "ALLAH"IN TECELLİSİ YOKTUR
    Gelelim, gene çok önemli olan bir başka noktaya...
    Düşünebildiğimiz ve düşünemediğimiz her noktada, tüm özellikleri ile sadece kendisi varolduğuna göre...
    TECELLÎSİ DE OLMAZ!..

    «Tecellî», görünme, belirme, açığa çıkma gibi anlamlarda kullanılır... Oysa, bütün bu ifadelerden anlaşılan iki ayrı varlıktır...
    Halbuki biliyoruz ki, var olan "TEK`tir ve olup biten her şey O "TEK"te olup bitmektedir!..
    Bu durumda "O"nun «tecellî»sinden söz edebilir mi?..
    «Tecellî» kelimesi, ifade yetersizliğinden dolayı kullanılmakta olan bir kelimedir. Hakikî mânâda karşılığı sözkonusu değildir!..
    Zira, gerçekten bir tecellînin varolabilmesi için, önce bir merkez, bir öz, bir cevher olması ve buradan da «tecellî mahalline» uzanan ya da yansıyan mânâlar olması icabeder!.. Meselâ, Güneşin merkezinden uzaya yayılan ışınlar gibi!.
    Yani, “ALLAH”ın da bir merkezi olmalı ki, oradan «tecellî» eden mânâlar kabul edilebilsin!.. Bu muhaldir!..
    "ALLAH"ın bir merkezi, lokalize olduğu bir yeri mevcut değildir ki, oradan herhangi bir yere tecellisinden sözedilebilsin... Tecellî için, bir çıkış merkezi gereklidir... Çıkış noktası olmadığı zaman ise «tecellî» kelimesi anlamını yitirir!..
    Geçmişte çeşitli zâtlar tarafından «tecellî» kelimesi kullanılmıştır... Bizim de 1967 senesinde çıkan bir kitabımızın adı «TECELLÎYÂT»tır... Velâkin bu kelime, çaresizlikten kullanılmıştır; gerçekten karşılığı var olduğu için değil!.. Ayrıca, bu konuyu kavramağa istidat ve kabiliyeti olanları öz anlama yaklaştırabilmek için gene böyle yardımcı kelimelere gerek duyulur..
    Evet, bu hususu da böylece vurguladıktan sonra şimdi beraberce araştırmamıza devam edelim...
    «ALLAH»a tapınılır mı?..
    ALLAH”a kim tapınacaktır?
    Hazreti Muhammed`in, «ALLAH» ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım burada:
    «ALLAH var İDİ ve O`nunla beraber hiç bir şey yok İDİ»!...
    Bu tanımlamayı duyanlar, Hz. Muhammed`in «İlmin kapısı» olarak nitelendirdiği Hz. Âli`ye koşarak sözcükleri aynen naklediyorlar ve ondan bir açıklama bekliyorlar...
    Hz. Âli şu öz cümle ile cevap veriyor:
    «El ân kemâ kân!
    Bu cümleyi şöyle tercüme edebiliriz:
    «Hâlâ, o andaki gibidir!.»

    Bu demektir ki, o anda öyle idi, o andan bu ana kadar geçen zamanda hiç bir şeyi değiştirmedi; hâlâ da öyledir!.
    Veya konuya biraz daha vukûf sahibi bir kişi olarak, şöyle de bakma imkânına sahip olabiliriz:
    «El an» ifadesindeki «el» Arapçadaki anlamıyla «harfi târif»tir... Yani İngilizcedeki «The» kelimesinin karşılığıdır. «rastgele bir şey değil, herkesin bildiği bir şey» anlamında olarak kullanılır...
    Meselâ «kitap» dediğinizde, herhangi bir kitap anlaşılır... Ama bu kitap kelimesinin başına «el» ya da «The» kelimesini getirdiğiniz zaman, bu sizin ve karşınızdakinin bildiği, üzerinde mutabık olduğunuz bir kitap anlamına gelir..
    İşte buradaki «an» sözcüğünün başına «el» gelmesi, o bilinen mâhut «an» anlamını getirir... Dolayısıyla da yukarıdaki cümleyi şöyle anlayabiliriz:
    «İçinde bulunduğumuz an, O «an»dır!.»

    Yani, yaşamakta olduğumuz «şu an», “ALLAH”ın var olup, "O"nun dışında hiç bir şeyin var olmadığı «an»ın ta kendisidir!..
    Esasen burada kesinlikle bilmemiz zorunlu olan şu husus da vardır...
    Zaman kavramı yaratılmış, yani, sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır..

    Yaratılmış olanların başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır... Oysa “ALLAH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir..
    İş bu sebeple de, “ALLAH” için; geçmişte bu hâldeydi ama şimdi artık o hâlde değildir; asla ve kesinlikle denemez.!.. “ALLAH” dâim bâki hep aynı kemâl üzeredir...
    Bu yüzden dahi, “ALLAH” ismiyle işaret edilen için şayet "İDİ" ekiyle bir husus anlatılmaya çalışılmış ise. bunu asla geçmişe mal etmeyip, zaman kavramından beri olarak, dâim baki böyledir diye anlamak zorundayız.
    İşte eğer bu hususu kavrayabilirsek, şunu farkederiz:
    İçinde bulunduğumuz an, “ALLAH” ismiyle işaret edilenin var olup, kendisiyle beraber hiç bir varlığın olmadığı, o "an"dır... ALLAH”tan meydana gelmiş hiç bir şey yoktur!..
    Peki bunu nasıl ispat ederiz?..
    İşte bunun ispatı "İHLÂS" Sûresinde mevcuttur!... Devam edelim, "İHLÂS" Sûresini anladığımız kadarıyla açıklamaya... «ALLAH», "AHAD" olduğuna göre... Kendi varlığı yanısıra ikinci bir varlıktan sözedilemez!.. Ve gene, "O"nun zerrelere ayrılması şeklinde zaman boyutuna girmesi de sözkonusu değildir...
    Zira, «AHAD» için, ancak ve ancak tek bir «AN» geçerlidir... Ki buna da «DEHR» kelimesiyle işaret olunur...
    «DEHR BENİM!..»

    "DEHR", "AHAD"ın kendi kendine olduğu «AN»ın adıdır...
    «ALLAH SAMED`dir»...
    «SAMED» kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştırma yaparsak, şu mânâlar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla:
    «Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemiyen... Bir şey girmez, bir şey çıkmaz!.. Som..» Hani som altın deriz ya; işte öyle... Yani bir diğer ifade ile «sırf»!..
    Abdullah İbni Büreyd`den gelen bir rivayete göre;
    «Es Samedillezî lâ cevfe leh»...* *(1)
    **(1) Bu mânâdan haberi olmayanlar, Hamdi Yazır`ın Hak Dini Kur’ân Dili isimli tefsirinin (cilt 9 sayfa 6306 ve 6307) daki açıklamalarına başvurabilirler..
    Görüldüğü gibi bütün bu mânâlar esas itibariyle "AHAD" isminin mânâsını bütünleyen, ışıklayan, açıklamalar şeklindedir.
    Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, kusursuz, gediksiz, deliksiz, içine nüfuz edilmesi muhal, sırf, salt, birşey girmesi ya da çıkması sözkonusu olmayan, sınırsız, sonsuz, cüzlere bölünmesi mümkün olmayan, cüzlerden, zerrelerden meydana gelmiş olmayan "TEK" yani "AHAD"!.
    Bu ifadelerin târif ettiği «ALLAH»ı anlamaya çalışalım... Yoksa, hayâlimizde yarattığımız TANRI`ya tapmaktan asla kurtulamayız ve şu âyetin târif ettikleri arasına gireriz:
    «ALLAH`ı hakkıyla idrâka çalışmadılar!..» (6-91)
    Bu mânâ ile birlikte...
    "SAMED", ayrıca, ihtiyaç mefhumundan beridir, anlamına dahi gelir...
    Yani, “ALLAH” her türlü ihtiyaç kavramından beridir.
    Esasen zaten, kendisinin dışında mevcut olan bir şey yoktur ki, O`nun herhangi bir şeye muhtaç olabileceği düşünülsün...
    Burayı anlayabildiysek bu defa şu suallerin cevabını araştıralım...
    «AHAD» olan, Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH” nereden gelmiştir?..
    «AHAD» olan, Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”ndan bu evren ya da sayısız canlılar nasıl meydana gelmiştir?.. Yani doğurmuş mu?
    İşte bu soruların cevabı gene "İHLÂS" Sûresindeki şu vurgulamadadır:
    «LEM YELİD ve LEM YULED»

    "ALLAH" «DOĞURMAMIŞTIR» NE DEMEK
    Acaba burada anlatılmak istenen, bizim dilimizde basit olarak kullandığımız «doğurma» olayı mıdır?
    «Doğurma», az önce de ifadeye çalıştığımız gibi, bir varlığın kendinden, kendi özelliklerine sahip ikinci bir varlığı meydana getirmesi anlamında kullanılır... «Doğuran» her şey, kendi özelliklerine sahip ikinci bir kendi gibiyi kendinden meydana getirir...
    Ancak açıklanmaktadır ki, «ALLAH DOĞURMAMIŞTIR»!..
    Öyle ise «ALLAH DOĞURMAMIŞTIR» uyarısı hangi manâlarda anlaşılacaktır?
    İlk anlıyacağınız, en basit mânâsıyla şudur:
    «ALLAH» kendisinden ikinci bir varlık meydana getirmemiştir!..
    Ya da başka bir ifade şekliyle; “ALLAH”ın varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcut değildir!..
    Çünki O, cüzlere, zerrelere bölünmesi parçalanması mümkün olmayan TEK`tir, yani «AHAD»tır!..
    1- Sınırsız-sonsuzdur ki, bu yüzden ikinci bir varlığı kendi içinde veya dışında meydana getirmesi sözkonusu olamaz.
    2- «AHAD» oluşu dolayısıyla cüzlere, zerrelere ayrılmaz ki, O`ndan meydana gelen ikinci bir parça olsun!..
    İşte bu yüzden, «ALLAH»tan meydana gelmiş, O`nun doğurduğu, O`nun özellikleri ile de olsa ikinci bir varlığın mevcûdiyetinden asla sözedilemez!
    Netice...
    «ALLAH» ne başka bir varlık tarafından doğurulmuş yani meydana gelmiştir; ne de O`nun doğurduğu, yani O`nun varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcuttur!..
    Bu arada açıklamadığımız bir husus daha var.. Onu da görelim...
    "ALLAH" «DOĞMAMIŞTIR» NE DEMEKTİR
    Şimdi de «LEM YÛLED»i anlayalım...
    «Doğmak» bir nesneden, bir canlıdan onun özellikleriyle ikinci bir varlığın meydana gelmesidir.. Bu anlamda kullanılır...
    «Doğmamıştır» dendiğine göre burada bize şu idrak ettirilmek isteniyor demektir:
    «ALLAH, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir!.»
    «ALLAH» ismiyle işaret edilen, başka bir varlık tarafından meydana getirilmesi nasıl düşünülebilir ki?.. Zira O, «AHAD»dır!..
    Yani, sınırsız-sonsuz, cüzlere bölünme kabul etmez TEK`tir!..
    «ALLAH» ismiyle işaret edileni meydana getirecek bir varlık düşünebilmek için, önce “ALLAH”ın ister yönsel, ister BOYUTSAL bir sınırı olması gerekir ki; o sınırın ötesinde O`nu meydana getirecek ikinci bir varlık olsun!!!.. Ve sonra da o ikinci varlık kendisinden «ALLAH»ı meydana getirsin!!!..
    "ALLAH" , «AHAD»dır!..
    "AHAD" olan “ALLAH” ise, sınırsız-sonsuz, zerrelere bölünmezdir..
    .Bu sebeple de, kendisinin bir noktada bitip, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından sözedilemez!.
    Bu yüzden de “ALLAH”ı meydana getiren, DOĞURAN, ikinci bir varlıktan bahsedilemez, böyle bir şey düşünülemez!.
    İşte, «LEM YÛLED» uyarısının bize anlatmak istediği, anlayışımız kadarıyla budur...
    Geldik bu târif metnindeki son uyarıya...
    «LEM YEKUN LEHU KÜFÜVEN AHAD»
    «O`nun dengi, misli, mikro ya da makro benzeri mevcut değildir, AHAD`tır
    Burada şu âyeti de hatırlayalım:
    «...LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY`A...» (42-11)
    «İster mikro, ister makro plânda O`nun misli olabilecek hiç bir şey mevcut değildir
    Admin(Uçkun)
    Admin(Uçkun)
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1556
    Kayıt tarihi : 10/08/09
    Lakap : Yönetici

    Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c) Empty Geri: Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c)

    Mesaj  Admin(Uçkun) Salı 24 Kas. - 17:14:40

    İŞTE "KUR`ÂN"DAKİ "ALLAH" TÂRİFİ
    Evet, şimdi "İHLÂS" Sûresinde bize anlatılan Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH”ı özetle tekrar edelim...
    Bakalım bizim kafamızdaki «TANRI» anlayışı ile Kur`ân-ı Kerîm`de anlatılan «ALLAH» anlayışı birbirine uyuyor mu?..
    «ALLAH», "AHAD" oluşu dolayısıyla, sınırsız - sonsuz, zerrelere cüzlere ayrılmaktan beridir...
    ALLAH”, "SAMED" oluşu dolayısıyla öyle bir tümel varlıktır ki, ne kendisine bir varlığın girmesi veya katılması söz konusu olabilir; ne de kendisinden ikinci bir varlığın çıkışı, meydana gelişi!.. Hiç bir eksiği, noksanı ve bu yüzden de bir şeye muhtâciyeti düşünülemeyecek olandır “ALLAH”!..
    «ALLAH», "LEM YELİD" oluşu dolayısıyla, kendisinden meydana gelecek ikinci bir varlığın mevcudiyetinden sözedilemez.
    «ALLAH», "LEM YÛLED" olması dolayısıyla, kendisinin meydana geldiği öne sürülecek ne bir tanrı ne de herhangi bir şey olarak, ikinci bir varlık mevcut değildir...
    «LEM YEKUN LEHU KÜFÜVEN AHAD
    » oluşu dolayısıyla da mikro ya da makro plânda O`nun dengi, misli benzeri ikinci bir varlık yoktur... "AHAD"tır!..
    Bilelim ki, İlâhiyât ile, din ile ilgili bütün konuların başlangıç noktasını «ALLAH NEDİR?» sorusunun cevabı oluşturur...
    Bu sualin cevabını verenler ise, ya hayallerinde tasavvur ettikleri bir «TANRI» ya göre konuşurlar; ya da Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH”a göre düşüncelerine yön verirler..
    Biz, Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH”a göre bu konunun içyüzünü göstermeye çalıştığımıza göre; gene Hazreti Muhammed Aleyhisselâm tarafından yapılan tanımlamalar ile “ALLAH”ı anlamaya çalışalım...
    Ki böylece «ALLAH»ın, bugüne kadar ve günümüzde bahsedilen TANRI ile hiç bir benzerliği olmadığını vurgulayalım!..
    Yukarıda anlatmaya çalıştığımız "AHAD" olan “ALLAH”, gene Hazreti Muhammed Aleyhisselâm tarafından bize ulaştırıldığına göre...
    H A Y Y
    ` dır;
    A L Î M
    ` dir;
    M Ü R Î D
    ` dir;
    K A D İ R`
    dir;
    S E M Î
    ` dir;
    B A S Î R
    ` dir;
    K E L Î M
    ` dir;
    Evet, demek oluyor ki "AHAD" olan «ALLAH» aynı zamanda yukarıdaki isimlerle işaret edilen vasıfların da sahibidir!.
    «ALLAH AHAD» dır gibi...
    «ALLAH HAYY»dır; sınırsız-sonsuz, bölünmez, parçalanmaz "CAN" dır!..
    «ALLAH ALÎM»dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, parçalanmaz «İLİM» dir!..
    «ALLAH MÜRÎD»dir; boyutsal sınırsız-sonsuz, cüzlere ayrılmaz «İRADE» dir!.
    «ALLAH KÂDİR» dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, cüzsüz, tek bir «KUDRET» tir
    «ALLAH SEMÎ
    »dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, cüzleri olmayan «VUKUF» tur!..
    «ALLAH BASÎR» dir; sınırsız - sonsuz, cüzleri olmayan, bölünmeyen, mevcut tek «DEĞERLENDİRİCİ»dir!..
    «ALLAH KELİM»dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, sayısız «MÂNÂLAR» dır!...
    Evet, bu anlatımı kavramaya çalışırken şu hususa çok dikkat etmemiz gerekecektir... "AHAD" ile "HAYY"; "ALİM" ile "MÜRÎD"; "HAYY" ile "KADİR"; ve tüm kompozisyonlarla anlatılanlar hep aynı tek “ALLAH”tır!..
    Yani, bütün bu anlatılanlar ile târif edilen aynı Tek "ZÂT"tır!.. O Tek "ZÂT"ın değişik vasıflarıdır özellikleridir bu isimlerle işaret edilenler...
    Öyle bir, TEK "ZÂT" ki, baş-son gibi kavramlardan beri; sınırsız-sonsuz; bölünmesi, cüzlerinin varolması muhâl; sayısız manâlara sahip; sonsuz - sınırsız, cüzleri olmayan irade; sonsuz-sınırsız cüzü olmayan kudrettir; varlığının dışında ikinci bir varlık düşünülemez; içi ve dışı yoktur, merkezi özü olmaktan münezzehtir!.. Kısacası, "AHAD"tır... TEK`tir!..
    İşte öyle bir «ALLAH»tır ki Hazreti MUHAMMED`İN açıkladığı “ALLAH”; O`nun dışında ya da içinde kavramı olmaksızın; bir ikincisi; ya da ikinci bir varlık, mevcut bir şey düşünülemez!..
    Bu arada, konuya vukufu olmayanların düşecekleri bir hatayı önleme amacıyla, şu hususu da belirtmeden geçmeyelim...
    Kur`ân-ı Kerîm
    `de çeşitli yerlerde «İlâhımız», «İlâhınız» gibi ifadeler geçmekte; ancak akabinde de «İLÂH»ın, «ALLAH» olduğu vurgulanmaktadır...
    Peki bu duruma göre, «ALLAH»ın, bir «İlâh» yani «tanrı» olduğu ileri sürülemez mi?
    Sürülemez!..
    Bu gibi tanımlamalar, «İlâh»a yani «tanrı»ya tapanlara yapılan açıklamalardır.
    Yani onlara denilmektedir ki...
    «Sizin, İlâh sandığınız, tanrI dediğiniz şey mevcut değildir; gerçekte var olan SADECE “ALLAH”tır!.. Sizin ve bizim «İlâh»ımız hep aynı ve tektir... Ve dahi o da “ALLAH”tır..»
    Evet, bu açıklamalardan gaye, o kişilerin belirli bir «tanrı» varsayımından kurtulup, «ALLAH»ı idrak etmeye çalışmalarıdır...
    Zira, Kur`ân-ı Kerîmde, şayet dikkatle tetkik edilirse görülecektir ki, bu tür hitaplar hep «müşriklere», yani "ALLAH" kavramı dışında bir «TANRI» varsayıp, ona tapanlara yapılmaktadır... Ta ki, onlarda mevcut olan, «İlâh-Tanrı» varsayımı, «ALLAH» anlayışına dönüştürülsün...
    "ALLAH" «TANRI» DEĞİLDİR
    Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim...
    Varlığına imân ettiğimiz, ya da inanmadığımız, ancak her iki halde de şartlanma yollu «ALLAH» adını verdiğimiz TANRI ile; burada târif edilen, Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” aynı mıdır?..
    Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH” için «TANRI» kelimesi veya kavramı kullanılabilir mi; ya da «TANRILIK» mevhumu kabul edilebilir mi?.. Düşünülebilir mi?!..
    «ALLAH`I HAKKIYLA İDRAKA ÇÂLIŞMADILAR!..» (6-31)
    «ALLAH» indinde, ilminde, «KUL» ne ise, «TANRI» da odur!.
    Çünki, her ikisi de “ALLAH” ilmindeki, «İlmî sûretler»dir..
    Bu yüzden de “ALLAH” indinde her şey helâk olmuş, «yok» durumdadır!..
    Ve "Bakî" olan ancak "VECHULLAH"tır!.. İşte,
    «Küllî şey`in hâlikun illâ veche» (28-88)
    âyetiyle işaret edilen mânâ da budur ki,
    «ve yebkâ vechi rabbike zül celâli vel ikrâm» (55-27)
    âyeti de bu durumu teyid eder.
    Birinci bahsettiğimiz âyetin meâlen anlamı
    «Her şeyin şeyiyeti yoktur, onlarda Bakî olan VECH`i İlâhîdir» demektir...
    İkincisindeki mânâyı da şöyle anlayabiliriz; «Bâkî olan Celâl ve ikram sahibi Rabbinin VECH`idir».
    Nitekim bu durumu açık-seçik vurgulayan âyet de şudur:
    «FEEYNEMA TUVELLU FESEMME VECHULLAH» (2-115)
    «Başını ne yana döndürürsen ALLAH`ın VECH`ini görürsün!..»
    «VECH» arapçada «yüz» anlamındadır... Yani, Hazreti Muhammed`in "vechini" görürsün dense, bu Hazreti Muhammed`in "yüzünü" görürsün, demektir...
    Kur`ân-ı Kerîm`deki bu «VECH» tâbiri, üzerinde büyük önemle durulması gereken bir anlam taşır..
    Bu konu üzerinde, sıradaki diğer kitaplarımızda daha geniş bir şekilde duracağız inşâALLAH... Ancak burada yeri gelmişken kısa bir açıklama yapmadan geçmeyelim...
    «O`nun vech`inden başka her şeyin helâk olması» demek bizim anladığımız zaman boyutu içinde, bir gün gelecek ki, o günde her şey helâk olacaktır, şeklinde ileriye atılmamalıdır!..,
    Mutlak kıyâmette, değişik bir anlamda, böyle bir şey elbette sözkonusudur ancak, biz burada, bu cümlenin şu an ki gerçeği üzerinde durmak istiyoruz.
    «Helâk olma» ifadesi ile anlatılan mânâ, esasen içinde yaşadığımız şu anda ve her anda geçerlidir... Ve bu durum keşif ve fetih sahibi basîret ehli zâtlar tarafından daimi olarak müşahede edilebilmektedir.
    «Başını ne yana döndürürsen ALLAH`ın VECH`ini görürsün» (2-115)
    Âyeti zâten bu durumu açık-seçik vurgulamaktadır.
    Burada anlatılmak istenen «SIR» şudur:
    Kişilerin basiretleri perdeli olduğu için, varlık sûretlerinin hakikatı olan “ALLAH” İsmiyle İşaret Edilen’in "VECH"i müşahede edilememektedir...
    Nitekim, başını ne yana çevirirsen, yani basiretinle, şuurunla ne yana döner, yönelirsen, hep vechi ilâhîyi müşahede edersin; zira "O", "BÂKÎ"dir...
    Yani, gerçekte, dün - bugün - yarın varolan ve sonsuza dek varolmakta devam edecek olan, «BÂKİ» «VECH»tir.
    «VECH»in perdesi olan yegâne şey ise, o şeye ait olan «İsİm»dir... Ki o isim, sonradan «vech»in bir manâsı üzerine konmuş bir perdedir... Perdenin ardındaki varlık ve onu meydana getiren mânâlar ise “ALLAH”ın isimlerinden varlıklarını alırlar...
    NEFSE ZULÜM NEDİR
    Öyle ise bilelim ki, biz hangi isimle neyi anarsak analım, bu andığımız varlık hep «ALLAH» a ait varlıktır!..
    Yani «ALLAH», öyle bir «ALLAH»tır ki, kendisinin dışında bir şeyden sözetmek muhaldir!..
    Ya zâtî vasıflarıyla, ya izhar ettiği mânâlarla ya da bu manâların oluşturduğu fiillerle, her an, her şekilde hep O düşünülmekte; hep O konuşulmaktadır..
    Ve ne zaman ki sen, O`nun dışında olduğunu ZAN ettiğin bir şey düşünür veya konuşursun, işte o zaman «ALLAH» ile beraber ikinci bir şeyin varlığını öne sürmüş olursun...
    Bu durumunu târif eden kelime ise tektir... «ŞİRK»!..
    Bu duruma karşı seni uyaran âyet de şudur:
    «ALLAH yanısıra bir TANRI edinme!..» (28-88)
    Zira...
    «ZİRA HİÇ ŞÜPHESİZ ŞİRK ÇOK BÜYÜK ZULÜMDÜR !..." (31-13)
    Niye «ZULÜMDÜR»?..
    Kime «ZULÜMDÜR»?..
    Nefsine yani özbenliğine «zulümdür»!...
    Zirâ, kendi özünden, aslından orijininden perdeli olarak; ötede, ötende, yukarıda bir yerdeki TANRI`ya tapınarak; onu, «ALLAH» ismiyle işaret edilen yanısıra tanrı kabul etmekle «ŞİRK» koşarak; nefsinin hakikatında bulacağın sayısız özelliklerden mahrum kalıyorsun!.. Böylece de nefsine en büyük «zulmü» yapmış oluyorsun!..
    Zirâ, «BEN» kelimesiyle işaret ettiğin «NEFS»inin hakikatından mahrum kalman, sana yapılacak en büyük zulümdür... Ki bu zulmü, sen kendi kendine yapmaktasın, bu yolda gereken çalışmayı yapmadığın için...
    «Nefsine ârif olmayan Rabbine ârif olmamıştır.» hükmü,
    «Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur
    » uyarısından doğmuştur...
    Ve «ALLAH»a ârif olmak dahi, ancak «ALLAH»ı anlamak ile mümkündür...
    Ki bu anlayış da ancak Hazreti MUHAMMED`in açıkladığı “ALLAH”ın ne olduğunu kavradıktan sonra mümkün olur...
    Söz döndü dolaştı geldi «BEN»e!.. Esasen bu konu "KENDİNİ TANI" isimli kitapta geniş bir şekilde incelenmektedir... Ama gene de burada biraz açalım...
    «ALLAH»
    ın dışında ikinci bir varlık mevcut olmadığına göre, «BEN» kelimesiyle işaret ettiğimiz varlık kimdir veya nedir?.. Nasıl meydana gelmiştir?..
    Bu konuda çözüme ulaşmamız için bize verilen ipuçları nelerdir?
    Bu soruların cevaplarını hep şu ana kadar açıklamaya çalıştığımız «ALLAH» anlamı ile ters düşmeyecek bir şekilde anlatmaya çalışacağız.. Aksi halde, şu ana kadar anlattığımız herhangi bir hususta ters düşecek şekilde anlatımda bulunursak, tamamiyle yanlış bir görüşe saplanmış ve otomatikman kişi ve Tanrısı ikiliğine düşmüş oluruz!..
    İnsanın varoluş gayesi hakkında Kur`ân-ı Kerîm`de şu bilgi vardır:
    «Şüphesiz ki ben YERYÜZÜNDE bir HALİFE meydana getireceğim» (2-30)
    Nasıl "yeryüzü halîfesi" oldu insan; onu da şöyle anlatıyor Kitab:
    «Ona bütün isimleri tâ`lim ettik» (2-31)
    Burada ilk dikkatimizi çeken şey, insanın, «yeryüzünde» -kâinatta=evrende değil,- halîfe oluşudur.
    İkinci olarak da üzerinde durulması gereken husus hangi sebepten dolayı «halîfe» olunduğudur...
    Hangi özellik insana «halîfelik» vasfını kazandırmıştır?.. Ki bu sorunun cevabını da yukarıda ikinci olarak yazdığımız âyet vermektedir..
    «Ona bütün isimleri tâlim ettik»...
    Bundan anlaşılan şudur: İnsan, «ALLAH»ın sayısız isimlerinden, «ALLAH»ın dilediği kadarını ortaya koyabilecek istidaat ve kâbiliyet ile meydana getirilmiştir...İşte, insana bu istidat ve kâbiliyetin verilmesi, «isimlerin tâ`lim edilmesi» demektir..
    Acaba bu ilâhî isimleri ortaya çıkarabilecek kâbiliyette oluşturulan «insan» isimli varlık ve onun içinde yaşadığı evren veya evrenler nasıl ortaya çıktı?
    «ALLAH
    » tecellî etmediğine, tecellîsi olmadığına, O`ndan herhangi bir şey meydana gelmediğine göre; bu beş duyu ile algıladığımız varlıklar veya Kur`ân-ı Kerîm`de anlatılan melekler, cinnîler, cehennem, cennet, berzah âlemi ve daha bilemediğimiz sayısız şeyler nasıl ve nereden meydana geldi?.
    "ALLAH" İSMİ VE "NOKTA"

    “ALLAH” kelimesi bir isim!.. Bir işaret kelimesi!…
    Tanrı” değil “ALLAH”!..Hele hele,bir tanrının adı, hiç değil !.
    "Tanrı" kavramına işaret amacıyla kullanılan bir isim hiç değil "ALLAH" kelimesi!...
    Bizim dikkatlerimiz, bu isim ile, bir noktaya yönlendirilmek isteniyor… "ALLAH" ismin işaret ettiği husus üzerinde derin derin düşünmemiz ve bazı gerçekleri görmemiz isteniyor…
    Şimdi, şöyle düşünelim bir…
    -Hulûsi’yi tanır mısın?
    Diye soruyorlar size…
    Siz de birkaç kitabını okumuşsunuz, ya da bir yerde resmini görmüşsünüz!..
    -Tanırım Hulûsi’yi!…
    Derseniz bu ne kadar gerçekçi olur?..
    Hulûsi
    ’nin yaşamının çok kısa bir bölümündeki bazı düşüncelerini yansıtan bir kaç kitap ile bir resim, size O’nu ne kadar tanıtabilir?… İnsanlar yirmi-otuz yıllık sürekli beraberliklerden sonra bile, birbirlerini tanımazlarken!.
    Sizin burada en fazla bileceğiniz şey, Ahmed Hulûsi’nin bir düşünür, bir "sûfi" kişi olduğu yolunda kanâat edinmenizi sağlayan kitapları ile dış görünüşüdür!.
    Bir resim, bir tablo bir ressamı ne kadar anlatabilir?.. Gördüğünüz bir resim, ressamın kısa bir süre içindeki hayâl ya da görüşünün tabloya yansımasıdır; hepsi o kadar!. Ya o resmi yapan ressam nasıl biridir?.. Meçhul!..
    Hulûsi” ismi, nasıl yalnızca bir işaret kelimesi ise; bu kitaplarını okuduğunuz kişiye yalnızca işaret anlamı taşıyorsa; ancak bu isim ile de onu tanımak asla mümkün değil ise… Aynı şekilde, “ALLAH” ismi ile de, o ismin işaret ettiği varlığı tanımak kesinlikle mümkün değildir!.
    Eğer “ALLAH” kelimesinin yalnızca bir isim olduğunu; ve bize bir gerçeği farkettirmek amacıyla kullanıldığını farkettiyseniz; sıra gelmiştir, o isim ile bize işaret edilmek istenen mânâyı anlamaya…
    Düşünürseniz kelime-i tevhidi, “lâ ilâhe illALLAH” cümlesini, burada ilk bölümde tanrı ve tanrılık kavramının yok oluşunun vurgulandığını va daha sonra da sadeceALLAH” ismiyle işaret edilenin varolduğunun açıklandığını hatırlayacaksınız..
    Bu durumda ortaya şu sonuç çıkmaktadır;
    İnsanoğlunun, algıladığı ya da algılayamadığını farkettiği her şey, yani tüm göresel ya da mutlak evrenler, “ALLAH” ismiyle işaret edilen “O”nun kendisine göre olan bir “an”ındaki eseridir!… Yani, “”nun kendisine göre sayısız olan “an”larından yalnızca bir “an”ındaki eseri!
    Tüm yaratılmışların algıladığı ya da algılayamadığı; farkettiği ya da farkedemediği; tasavvur ya da tahayyül ettiği her şey hep bu “ALLAH” isminin işaret ettiği varlığın bir “an”ındaki eseridir!
    Ki bu “an”, “”nun indinde bir “nokta”dır!.
    Bize göreyse çıkış “nokta”sıdır!..
    “Nokta
    ”dan meydana gelmiştir insan-cin-melek tanımlamalarıyla anlatılan her şey ve dahi, evren içre sayısız -algılayana göre- evrenler!.
    Sonsuzda
    bir “nokta”nın yerini düşünün!..
    Nokta” olarak yaratılmış; ilmi yönüyle “Akl-ı Evvel”, hayâtiyeti yönüyle “Ruh-u Â’zâm”, hüviyeti yönüyle “Hakikat-ı Muhammedî” ve nihayet kişiliği itibariyle aldığı isim de “İnsan-ı Kâmil” olan evrensel varlığı düşünüyor; ve biz ona da “” ismiyle işaret ediyoruz.

    Oysa…
    Bu bahsettiğimiz Zât, “ALLAH” ismiyle işaret edilenin ilminde yalnızca bir “ilmî sûret” olup; vücudu ise varlığını “”nun esmâsından alır!. Bu sebepledir ki, “nokta”nın, gayrı bir bağımsız varlığı ve vücudu sözkonusu olmaz!.
    Nokta”dan meydana gelen bu varlığın -mutlak evrenin- algılanan sıfatları ve esması ve müşahede edilen ef’âli, “”nun her an yeni bir “şe’n”de oluşundan kaynaklanır!.
    ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in indindeki sayısız “an”dan ya da bir diğer ifadeyle “nokta”dan yalnızca biri olan “İnsan-ı Kâmil” ise “mardiyye nefs” bilincine sahip kılınanın ilminden münezzehtir!.. (muhalefet lil havâdis)..
    Sınırsız-sonsuz” kavramları dahi “İnsan-ı Kâmil”de açığa çıkan “”nun esmâ ve sıfatı yönünden geçerli olup; “nokta” dışında geçerliliği kalmaz!.
    Nokta” içre varolmuş “İnsan”ın, “nokta”da (DEHR) varlığı yoktur!.
    “Nokta” ötesine işaret edip, “ÖTE” indindeki sayısız “nokta”ları farkettirme amacıyla işaret kelimesi olarak kullanılan “ALLAH” isminin günlük yaşamdaki yerini buyurun siz düşünün!.
    Admin(Uçkun)
    Admin(Uçkun)
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1556
    Kayıt tarihi : 10/08/09
    Lakap : Yönetici

    Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c) Empty Geri: Peygambermiz Hz Muhammed'in Acıkladigi Allah (c.c)

    Mesaj  Admin(Uçkun) Salı 24 Kas. - 17:16:05

    SONSUZ-SINIRSIZ TEK`TE
    "ÇOKLUK" NEREDEN MEYDANA GELDİ


    Algılamakta olduğumuz sayısız çokluktaki varlıklar nasıl meydana geldi?
    Varlık orijini itibariyle o sonsuz-sınırsız Tek’te, ilminde mevcut! Öyleyse çokluk nasıl meydana geldi?
    Bu “hayâl” adını verdiğimiz “varsayımlar ortamı ve varsayılan varlıklar” nasıl meydana geldi?
    Bunu son derece basite ve herkesin anlayabileceği bir hâle getirebilmek için misâl vereyim… Bu misâl “Allah” adıyla işaret edilene uygulanmaz elbette; ama, konuya yaklaşım sağlayabilmek için böyle bir misâl veriyorum...
    Kafanızda düşünün; ister şimdi, ister gece yatağa girdiğinizde düşünün...
    Bir dünya düşünün, o dünyanın üzerinde bir tane zengin, bir tane fakir; bir tane güzel, bir tane çirkin; bir tane yakışıklı, bir tane yakışıksız sanal insanlar yaratın kafanızda; onlara, kendi kapasitenize göre belli özellikler bahşedin!. Sonra, bunları birbiriyle kapıştırın...
    Peki o kafanızda yarattığınız dünya ve üzerindeki insanlar, kendi başlarına müstakil bir varlığa sahip midirler? Hayır!
    Varlıklarını nereden alıyorlar?... Sizden alıyorlar; siz kendiniz onları kafanızda yarattınız!
    Peki, onlardaki bu özellikler, görülen-algılanan bu özellikler kime aittir?.. Size aittir! Siz onları da, onlardaki bu özellikleri meydana getirdiniz!
    Peki, onlardaki bu özelliklere bakarak, ben,
    “Onları meydana getiren sen bu özelliklerden ibaretsin” diyebilir miyim?... Hayır!..
    Sen, onlarda bu özellikleri meydana getirdiğin gibi; bir başkalarında da bunlarla hiç alakası olmayan başka özellikler meydana getirirsin...
    Hem düşün ki, onların varlığı sana aittir; senin varlığın dışında onların hiç bir varlığı yoktur; onlardaki bütün özelikler sana aittir! O özellikleri de sen meydana getirmişindir!... Onların kendi başlarına varlıkları olmadığı gibi, senden bağımsız özellikleri de yoktur!
    Buna karşın, onlara ve onların bu özelliklerine bakarak, seni de kayıtlayamam; “
    Sen bu özelliklerle varsın”da diyemem. “Sen bu özelliklerden ibaretsin” de diyemem.
    İşte, âlemin varoluşunu, kâinatın ve içindeki “çok”ların özelliklerini bu şekilde anlamağa çalışalım...
    “Allah” adıyla işaret edilip, “sonsuz-sınırsız ilim ve kudret sahibi” olarak tanıtılan mutlak varlık, kendi ilminde -
    nasıl ben sana diyorum ki kendi şuurunda yarat- yaratmış olduğu sayısız özelliklerle bu çokluk âleminin sayısız varlıklarını meydana getirmiştir!.
    Bizler, “Allah” adıyla işaret edilenin ilminde yaratılmış tek tek’leriz!

    Bizim bütün varlığımız , bütün özelliklerimiz, her şeyimiz “Allah”a aittir; ama buna karşın, “Allah” adıyla işaret edilen, bizim varlığımızdaki bu özelliklerle kayıtlanmaktan, tarif ve tasnif edilmekten münezzehtir, beridir, ötedir!
    Eğer bu misâl ile size istediklerimi anlatabildiysem şunu kavrayacak, şuraya geleceksiniz; “Biz Allah indinde bir HİÇ’iz”!
    Resim, ressamı ne kadar ihatâ eder? Ressam bir an düşünür, ”
    şöyle bir resim yapacağım” der… Oturup birkaç saat çalışır veya bir kaç gün çalışır bir resim ortaya çıkarır. Ortaya çıkan resim, aslında ressamın bir anlık düşüncesinin eseridir. Ressamın çok kısa süreli bir tasavvurunun, şekillendirmesinin bir eseridir o resim!.
    O resim ressamı ne kadar anlatır, yansıtır?
    Bütün bu varolmuş olan kâinat; ilk insanlar değil, tüm insanların üzerinde yaşamakta olduğu dünya ve dünyada varolmuş canlılar değil; bütün güneş sistemi değil; güneş sisteminin içinde bir zerre olduğu 400 milyar yıldızdan oluşan galaksi değil; milyarlarla galaksiden varolduğunu hissettiğimiz algıladığımız kâinat, ucu-bucağı, başı-sonu olmayan kâinat, esas itibariyle Allah’ın indindeki bir “AN” lık bir düşüncenin hâsılasıdır!

    Tasavvufta, İnsan-ı Kâmil veyahut da “Ruh-u A’zam”- veyahut da “Akl-ı Evvel”diye hakikat itibariyle anlatılan; bizim “KÂİNAT” adını verip, o şekilde algıladığımız, sonsuz-sınırsız olarak değerlendirdiğimiz, tüm yaratılmışlardan oluşan evren, Allah indindeki “BİR AN’LIK YARATIŞ”dır!
    Bu bir anlık yaratışın sonunda, bize sonsuz gelen kâinat olarak gelen yapı ve içindekilerin hepsi varolmuştur!
    Tek bir hücreden bir insan bedeni nasıl meydana gelmişse, tek bir düşünce anından da evren öylece meydana gelmiştir!.. Tek hücrede bedenin tüm oluş programı, sistem ve düzeni nasıl mevcutsa, evrendeki her şeyin oluş planı ve programı da o ilk “AN”da öylece mevcuttur… Ki KADER de buna denir gerçekte!.

    Oysa o bir anlık ilmin ve düşüncenin eseri olan sonsuz-sınırsız kâinat gibi nîce sayısız kâinatlar dahi “Allah” indinde mevcuttur!
    * * *
    Bir misal vermeğe çalışayım; “K” harfini düşünün...
    “K
    ” harfi”.. Önce bir uzun çizgi... Bu çizginin, düşünün ki üstü sonsuz, altı sonsuz...
    “K” harfini oluşturan çizgideki bir noktadan açılan bir de açı var!. Bu açı, bu çizgi üzerinde, bir noktadan çıkar!.
    Allah’ın sonsuz ve sınırsız varlığı ve ilmini bu çizgi gibi düşünsek; bunun bir “AN”ında, bir “NOKTA”dan meydana gelen bu açı!… “Üçgen” demiyorum, dikkat edin, açı! Zira, üçgen dersem, bir yerde kapanacak, kâinatın sonu vardır anlamı çıkar; oysa kainatın boyutsal olarak sonu yoktur! Allah’ın bir AN’lık ilminden varolmuş sonsuz halk edilmişler, halk edilmişlerin sonu yoktur ve bu, bir “an”dır.
    Bunun gibi sayısız “an”lardan, “NOKTA”lardan oluşan sayısız kâinatlar vardır!
    Bu sayısız kâinatların her birisi, Allah’ın sonsuz yaratıcılık ilminin eseridir!
    * * *

    Bizim bu konuda söyleyebileceğimizi, Kurân açık-net bir şekilde söylüyor, meleklerin dilinden ;
    “Allah’ım. bize izhar etmiş olduğun ilim kadarıyla biz seni bilebiliriz”.

    “Bize izhar ettiğin ilim,şuur- anlayış ne kadarsa biz o kadarıyla Seni bilebiliriz, Seni bilmemiz asla mümkün değildir
    Allah ilminde, bizim bu kâinat ve bizler ve algıladığımız her şey, hayalî sûretleriz; ve bunun gibi nîce sayısız sûretler vardır!
    Bu sûretlerden âşikâr olan her şey, Allah’ın yaratması ile meydana gelir
    .
    Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır
    âyeti bunu vurgular.
    Anlaması bunu zor değil!..
    Biraz önce misâlini verdim. Kafanızda yarattığınız o insanları birbiriyle karşılaştırın
    O insanlar birbirleriyle karşılaşıp, birbirlerine çeşitli davranışlar ortaya koyduğu zaman, onların müstakil - bağımsız varlığı var da onlar mı bunu koyuyorlar? Yoksa, sizin yaratışınıza göre, onlarda meydana gelen o özelliklerin sonucu olan o davranışlar mı ortaya koyuluyor?
    Elbette ki, ikincisi!
    Öyleyse, bizim her birimiz, Allah’ın yarattığı varlıklar olmamız hasebiyle; her an “O”nun hükmünün âşikâre çıkmasına, “O”nun dilediği özelliklerin ortaya saçılmasına aracı olan varlıklarız.
    Ve bu yaptığımız iş,”
    Hakiki Kullukun tâ kendisidir!
    Ben seni, sen beni ne kadar bilebilirsin? Ben seni kendim kadar bilebilirim! Sen de beni kendindeki kadarıyla bilebilirsin. Bende, sende hiç olmayan bir özellik varsa Sen onu hiç bilemezsin. sende, bende hiç olmayan bir özellik varsa, ben onu bilemem...
    Bu kâinatın bünyesinde, bizim algılayamadığımız özelliklerle var olmuş bir başka kâinat varsa; onu, bu kâinata ait hiç bir varlık bilemez!. İşte bu noktadan hareket ederek olayı düşünürsek…
    Allah” adıyla işaret edilenin, o “
    sonsuz varlığı” dediğimiz varlık dahi, bizde izharı kadarıyla, bu mânâlara “göre sonsuz sınırsızlık” kavramıdır. Yoksa hakikati itibariyle “Allah” adıyla işaret edilen, sonsuz-sınırsız kavramından da münezzehtir!.
    Ben, anlatma sadedinde “K” diye verdim misali.
    “K”daki açının meydana geldiği “NOKTA”nın üzerinde varolduğu çizgiyi de tek bir çizgi diye anlama!…
    Bunu, sınırsız bir plâtform olarak düşün!. Bu sınırsız platformun, bir noktasından meydana gelen, bir açı olarak algıla!. Bir çizgi olarak alırsan, nihayet belli açılardır.
    Kolay anlaşılsın diye ben böyle söyledim. Esasında bunu sınırsız bir plâtform düşün, öyle bir geometrik şekil düşün ki sonsuz olsun! o sonsuzda meydana gelen bir açı diye düşün...

    Şimdi, bunun Biraz daha ilerisine gidelim... O noktadan meydana gelen açının içinde, -o açı, boyutsal olarak sonsuz bir açı-, meydana gelen sayısız “NOKTA”lardan oluşan sonsuz açılar düşün! O Tek açının içinden meydana gelen sonsuz açılar, “
    halk edilmişler”dir işte!.
    BEYNİN FONKSİYONLARI HAKKINDA
    Her şeyi değerlendirme mekanizmamız olan «beyin», mevcut, algılayageldiğimiz terkibi itibariyle, kimyasal bir bileşimdir.
    Bu kimyasal bileşim, bir bioelektrik faaliyet ile çeşitli fonksiyonlar ortaya koyar ve varlığımızda görülen tüm oluşları meydana getirir...
    Kimyasal bileşimi meydana getiren moleküler yapı ve özellikle DNA ve RNA dizini, bir yandan yapısı itibariyle hücre biokimyası ile bioelektrik iletişim halinde iken; diğer yandan da atomaltı boyutun canlıları olan kozmik ışınlar ile etkileşim içindedir..
    Eğer, bilinen bir misâl vermek gerekirse, Güneş füzyonundan yayılan bir tür kozmik ışınımdan bahsedebiliriz... Bu ışınlar, 8 dakikada Güneşten dünyaya ulaşıp, bizim her zerremizden, her hücremizden ve bunun çok daha alt yapılarından, belirli etkiler oluşturarak, saliselerle bahsedilecek bir zaman içersinde geçmektedir... Gene bu ışınlar tüm dünyanın da içinden geçtikten sonra uzayda yolculuklarına devam ederler... Ve bizler, tüm yaşamımız boyunca, her salise, kesintisiz bir biçimde, bu ışın yağmuru gibi, uzaydaki çeşitli takımyıldızlardan, eski adıyla «burçlardan» gelip, her an dünyaya ve üzerinde yaşayanlara ulaşarak, onların tüm yapılarından geçmekte olan ve bu arada onların içlerinde belli etkiler oluşturan nice ışınsal kozmik tesirlere mâruz kalmaktayız...
    Ne yazık ki, insanlık bilimi bu oluşumu çözmekte, deşifre etmekte henüz son derece «ilkel» bir düzeydedir.
    Evet, «beynimiz», dışarıdan gelen bu ışınları, gerek göz, kulak, burun, koku, dil ile ve gerekse de henüz tespit edemediğimiz diğer alıcıları ile alıp değerlendirmek suretiyle bir yoruma gider.
    Beyin ilk temel programlanmaya ana rahminde iken mâruz kalır... Hattâ bundan evvel, erkek-kadın birleşmesi sırasında, onların beyin faaliyetleri sperm ve yumurtada ilk ön programlamayı yapar, diyerek henüz hiç farkında olmadığımız bir noktaya işaret edenler dahi vardır. Ancak genel konumuz dışında kaldığı için bu hususa burada daha fazla girmek istemiyorum. Beynin bu programlanışı konusunda daha geniş bilgi isteyenler 14. baskısı yapılan "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızı tetkik edebilirler
    .Beyin, tümüyle bir değerlendirme merkezidir... Esasen beyin içinde görüntü, ses gibi nesneler mevcut değildir... Bunun en iyi misali bir televizyonun ya da bilgisayarın içidir. Televizyonun içinde ses ya da görüntü diye bir şey yoktur.
    Televizyona dışarıdan gelen 220 volt elektrik, insanın yeyip-içtikleri gibi enerji teminine dönüktür. Televizyonun içinde bulunan transistorlar, diodlar, entegreler, mikroçipler ise gelen bilgilerin değerlendiği merkezdir.. Dışarıdan, antenden ya da herhangi bir kablolu yayından, gelen dalga adını verdiğimiz ışınsal mesaj, bu merkezde değerlendirilerek görüntü ya da ses oluşturacak bir biçimde ekran veya hoparlöre yansıtılır.
    Beyin de aldığı gıdalarla, glikoz ve oksijenlerle yaşam enerjisini temin ederken; Güneş`ten yayılan hayat enerjisi olan «CAN»la beslenir ve gelişir.
    Bu arada beyinde oluşan tüm faaliyetler, dalgaya çevrilerek, «RUH» adıyla bilinen «halogramik dalga bedenimize» yüklenir. Daha önce detaylı bir şekilde «İNSAN ve SIRLARI» isimli kitabımızda yazdığımız üzere, bireysel «RUH» yani kişilik sahibi ruh, ana rahminde 120. günden itibaren oluşur.. Ki bu yüzden 120. günden itibaren çocuk aldırmak dinde çok büyük suçtur...
    Melekût ve evrenin kendisinden oluştuğu esas «RUH» ise tasavvufta «RÛH-U Â`ZÂM» ismiyle bilinir... Evren varolmadan önce var olan «RUH», budur ki ilk yaratılmış varlıktır!.. Diğer isimleri ise, sahip olduğu ilim yönüyle «Akl-ı Evvel», hüviyeti itibariyle «Hakikat-ı Muhammedî»dir...
    «RUH» konusunda şimdiye kadar kitaplarımızda yazdıklarımızdan daha fazla bir şeyi burada yazmak istemiyoruz; çünki maâlesef bu konu kolay kolay hazmedilemiyor ve bir takım cahiller, «Hz. Muhammed`in bile bilmediği RUH`tan sen nasıl söz edersin» diyerek bizi ithama kalkışıyorlar!..
    Oysa..Kur`ân-ı Kerîm`deki:
    «Size, RUH hakkında az bir ilim verilmiştir»
    hitâbı, İslam Dinini kabul edenlere değil, «yahudi»leredir... .
    Nitekim değerli İslam âlimi ve velisi İmam Gazalî, "İHYA-U ULUM`İD DİN" isimli kitabının 1. cilt Rubul ibâdet bölümünde «RUH» konusunda şöyle der:
    - Yoksa sanma ki, Rasûlullah Efendimiz RUH`un hakikatını bilmiyordu!.. Zirâ, RUHUNU bilmeyen kendini bilmemiş olur!.. Kendini bilmeyen ise nasıl rabbini bilebilir?.. RUHUN hakikatını Nebi ve Rasûller bildiği gibi, bazı velîler ve âlimlerin bilmesi dahi uzak değildir!..»«RUH» konusundaki bu hususu belirttikten sonra, gene biz dönelim beyin faaliyetine...
    Beyin hücreleri, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir bioelektrik akış ile faaliyet gösterirken, aynı zamanda kozmik yağmura da maruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler, girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.
    Her biri, tüm diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kabiliyette ve 16.000 (onaltı bin) hücre ile bağlantı halinde 120 milyar hücre, beyin!.. Ve günümüz bilimine göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ilâ yüzde onikisini kullanabilen insanlar!.
    Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..
    Meselâ, görüyoruz, diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!. Gerçekte, beyin içinde görüntü yoktur!.. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir bioelektrik akış sözkonusudur.Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz «görüyoruz» demişiz... «Görüyoruz»un gerçek ifadesi, «beynimizin değer yargısıdır»!.. Bir ya da "işitiyoruz" demişiz ki; diğer ifade ile, "işitiyorum" veya «görüyorum»un anlamı «algılıyorum»dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.
    Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe «algılama»da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!.
    .Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekânizmasıdır.
    Beyin, bu değerlendirmeyle birlikte, tüm verileri ve bir yandan halogramik dalga bedene yüklerken, diğer yandan da tıpkı bir radyo vericisi gibi gücü nispetinde dışarı yayar... Bu dışa yayılan dalgalar, her kişinin kendi beyin şifresine göre sanki bir kitap gibi atmosferde muhafaza olur... Eğer bunu alıp çözebilecek bir cihaz gerçekleştirilebilirse, kişilerin tüm yaşamları bu dalgaları çözecek cihazın ekranında seyredilebilir...
    Nitekim, kıyâmetten sonra herkesin bütün yaptıklarının yazılı olduğu kitaplar(?)ın havada uçuşarak herkesin eline geçeceğini belirten dinî kaynaklar, ruhtaki, bu dalgaları çözücü özelliğe dikkat çekmek ister!.
    Evet, çok düşük bir kapasite ile kullandığımız beynimizin algılama gücünü arttırabilmek iki şeklide mümkündür...
    Ya, beynin beş duyu aracılığıyla algılama kapasitesini genişletecek yeni araçlar geliştirmek; ya da, beyindeki ekstra algılama devrelerini belli çalışmalar ile -ki bunların başında ZİKİR gelir- devreye sokmak ve bunları güçlendirmek...
    İşte bu durumda göremediklerimizi görür(?) hâle gelecek, yeni algıladığımız sahayı genişletip güçlendirmiş olacağız.
    Burada esas anlamamız gereken husus şudur...
    Beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.
    Oysa, gerçekte her biri ayrı bir manâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı- anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!.. Ve eğer anlatabildiysek...Tüm evren, her kesimiyle, tamamen canlı-şuurlu bir varlık halinde yaşamına devam etmektedir... Ki algılayabilene ne mutlu!.
    İşte, tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!..
    Ve bizim de «hayâl» dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!.. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!..
    Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.

      Forum Saati Perş. 2 Mayıs - 17:08:14